Bir süredir düşünüyorum... Burayı ayakta tutmanın, hareketlendirmenin bir yolu olmalı ama bu nasıl olmalı işte onu bir türlü bulamıyorum. Bulamayınca da "Kapat işte, neyi zorluyorsun?" diye soruyorum kendime... onu yapmayada kıyamıyorum...
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali kendimi iki arada bir derede hissediyorum... İnterneti her açışımda ana sayfamın bloğum olmasından sebep her sabah vicdanımla cebelleşiyorum. YAZ ARTIK!!! YAZ ARTIK!!!
Tibet büyüdü. Büyüme hızıyla anıları bir köşeye yazma hızı birbirini tutmaz oldu...
Hafta sonu Neslihan geldi. İyi ki geldi, anıları kısa kısa da olsa bir köşeye yazmanın ileride çok keyifli anlar yaşatacağından bahsettik...
Ama benim için işin zor olan tarafı elime defter kalem almamak. Ben blog yazmaya başladığımdan beri hep klavye başında, bilgisayara döküyorum anılarımı. Yani, ben bazen fırsat bulup buraya yazana kadar balık hafızalı benliğimden uçuşup gidiyor yaşananlar...
Ama işte yapmalı bir şeyler. Yazdıkça yazasım gelir elbet... Elbet gelir de, işte ne zaman gelecek o yazma hissi ondan emin değilim...
Belki de sırf blog sayesinde edindiğim güzel dostluklar, böyle güzelim sürprizler için ayakta tutmalıyım bu bloğu....
Siz de düşünüyor musunuz arada bir benim gibi?
Çocukluğumla bağımı nerede kopardım acaba?
Ne zaman "büyüdüm!"?
Yaşça büyüdükçe olgunlaştım mı gerçekten, yoksa aslında kendimi kandırıyor muyum?
Çocuklar kadar olamıyoruz çoğu zaman... Sorunlar karşısında onlar kadar dik duramıyoruz aslında... en azından ben!
Karşıma bir sorun çıktığında, hele ki sevdiklerimle ilgiliyse elim ayağım dolanıyor birbirine. Elimin ayağımın dolanması yetmiyor, kafam da duruyor sanki. Düşünme yetimi kaybediyorum. ve beraberinde sakinliğimi... dinginliğimi...
Yerini panik, endişe, korku alıyor ve çok doğal olarak bu duygular düşünmemi engelliyor...
Karanlığın içine gömülüyorum... Elbet toparlıyorum ama toparlanana kadar ben kendimden geçmiş oluyorum maalesef...
Çocuklar öyle mi?
Tibet okulla ilgili sorununu kendi çözdü. Hem de öyle güzel çözdü ki; çözümü suratımda tokat gibi patladı!
ve yine aynı soruyu sordurttu bana: "Ben çocukluğumla bağımı ne zaman kopardım!?"
"Anne
sana çok güzel bir haberim var! Bugün okula girerken hiç ağlamadım,
derste de hiç ağlamadım. Çünkü okula girerken ananeme sarılıp huzur
topladım!"...
"Hayatın çok zor olacak!", "İlk yıl çok zorlu geçer!", "Allah kolaylık versin!" gibilerinden...
Ama bu kadarını da beklemiyordum...
İlk iki hafta bitti, tam her şey süper, çok güzel derken, bizimki sabahları okula girerken başladı ağlamaya: "Ben korkuyorummm, okuldan da korkuyorum, öğretmenden de korkuyorummmm!"
Ama asıl mesele hep son cümlede gizliymiş meğer: "Derslerden korkuyorummmm!"
Ders yaptırmak tam bir işkence!
- Oğlum hadi yap şu ödevini!
Bizimki iki çiziktiriyor dönüyor bir ton anısını anlatıyor.
- Evet oğlum, çok güzel ama şu dersini bitir sonra anlatırsın olmaz mı? - Olur anne!
İki saniye sürmüyor, tekrar dönüp bir sürü şey anlatmaya devam! Kısa bir süre sonra ben cinnet geçirme noktasına geliyorum; bu kısmını hızlı geçeyim :/
Bizimkinin ödevle ilgili güzide sözleri oluştu bu arada ki; bu dönemin en keyifli kısmı bunlar...
- Anasınıfı çok daha güzeldi! Eve geliyordun, ödev mödev yok, ooohhh sırtını yastığa dayıyordun, çizgi film, sohbet, oyun, gel keyfim gel!!!
- Anaokulu meğer ne güzelmiş de haberim olmamış!!!
***
- Anne!
- Efendim.
- Şimdi ben ders yapmayı seven bir çocuk olsaydım, hiç tatil gelsin istemezdim hep ders yapmak isterdim di mi?
- Evet oğlum.
- Tatilde bile ders yapmak isterdim di mi?
- Evet oğlum. Çok isterdim öyle olmanı.
- Ama maalesef değilim işte anne, ne yaparsın!?
- !!!!
- Anne benim kolum çok yoruldu, bunu yarın yapsam olmaz mı?
- Olmaz oğlum, onu bugün bitirmen gerekiyor!
- Offf anne, hiç acımıyorsunuz bana!!!
Lütfen... Lütfen... Sen de bana acı oğlum!
Bir anlasan ödevlerini yaptın mı oynayacak zaten çok vaktinin kalacağını, hayat çoook daha kolay olacak! :) <3 br="">
Bizim için yeni olan bu dönemi kayıtlara geçmeden olmaz...
Tibet artık 1. sınıf öğrencisi... :)
Aslına bakarsanız ondan çok ben heyecanlıyım.
Okulunu, öğretmenini sevecek mi, arkadaşlarıyla iyi geçinecek mi, okulda başına bir iş gelir mi, kendi başının çaresine bakabilir mi, dersleriyle arası iyi olur mu, bizi dersleri konusunda çok zorlar mı, sabah uyanma faslı nasıl olacak? vs... vs...
Kendisine "Heyecanlı mısın?" diye soranlara "Gitmek istemiyorum ki heyecanlı olayım!" diye cevap vermişliği var haspamın...
Hatta geçenlerde aramızda şöyle bir konuşma geçti: - Anne bu okul ne kadar sürecek? - Yaza kadar oğlum. - Yok yani ben kaç yaşına kadar okuyacağım? - Üniversiteye vaktinde girdiğini varsayarsak; 22-26 arası bitirmiş olursun. - Offf anneee! Bittim ben!!!(Bu arada ayasıyla alnına vuruyor).
Varın gerisini siz düşünün...
Okul öncesi kendisi adına da büyük bir adım attı cesur oğlum.
Tibet sinemaya gitmez çünkü sinemada ışıkların kapatılması ve yüksek sesten ürker, hoşlanmaz. Bu zamana kadar bu konuda çok netti: "Sinemaya gitmem!"
Her nasıl olduysa okula alıştırma haftası teyzesi onu ikna etti sinemaya gitmeye. Biz kapıda vazgeçer diye düşünüyorduk ama o inanılmayacak derecede kararlı görünüyordu. Seçtiği film "Turbo Salyangoz"du.
Bileti alırken, kapının açılmasını beklerken ve hatta içeri girerken bile "Ben vazgeçtim" demesini bekledik itiraf ediyorum. İlk 15 dakika sorunsuz geçti, çok keyif aldı ama her ne işse, domatesin düşme aşaması onu ürküttü, çıkmak istedi... Üstelik çıktıktan sonra "Bir daha sinemaya gitmeyeceğim!" yerine "Başka bir zaman tekrar deneyelim olur mu?" dedi.
Bu Tibet için o kadar büyük bir adım ki...
Teyzesi ve benim mutluluğumuzu görmeliydiniz :)
Kuzusu okula başlayan herkesin yeni eğitim - öğretim yılının kolaylıkla, başarıyla geçmesini diliyorum. Umarım hem öğrenciler, hem öğretmenler, hem de biz ebeveynler için hayırlı bir yıl olur...
Bir gece uyku öncesi sohbetteyiz. Ertesi gün ona dondurma alma sözü vermişim.
Bana sarılıp “Hemen uyuyayım ki; çabuk sabah olsun, seninle beraber dondurma yiyelim!” diyor... Benimle birlikte olmanın ve dondurma yemenin heyecanı onun uykuya çabuk teslim olmasını sağlıyor...
Bu aralar bana olan aşkı yine dorukta... “Seni çok seviyorum!” demek, bana sarılmak için bin türlü bahane üretiyor. Akşamları bensiz uyumak istemediği için ananesinde bile kalmıyor...
Benden mutlusu yok!
Aradan zaman geçmiş... Yine uyku öncesi sohbetteyiz.
Öpüşüp, koklaşmalar arasında ertesi gün yine dondurma yemek istediğinden bahsediyor ama hafta içi ve ben çalışıyorum. Dondurmayı ananesiyle alması gerekecek... Üzgün ama dondurmanın onu heyecanlandırmaması mümkün değil. “Eğer hemen uyursan, sabah çabuk olur ve sen de ananenle gidip dondurma alırsın.” diyorum... Dönüp yüzüme bakıyor ve hüzünlü bir gülümseyiş yerleşiyor suratına: “Sana bunu öğretmemeliydim anne!”....
Şaşkınlıkla yüzüne bakıyorum, sonra beraber kahkahalarla gülmeye başlıyoruz... ve birbirimize sıkı sıkı sarılıp, beraber uykuya dalıyoruz...
Senin kahkalarınla benim kalp çarpıntım doğru orantılı...
Bunu biliyor musun?
Son günlerde yaşanan üzücü olayları hepimiz endişeyle izliyoruz. Konuyla ilgili bir önceki “kısa” yazımda düşüncelerimin ipuçlarını verdiğim kanaatindeyim... (aynı bir politikacının girişi gibi oldu cümlem heee!)
2013 yazına ilginç bir giriş yaptık ülkece ama benim için ayrı bir önemi oldu bu girişin.
1 Haziran yaşgünümdü ve ben bir Cem Adrian hayranı olarak arkadaşlarıma, yeni yaşıma onun konserinde girmeyi teklif etmiştim. Konser 31 Mayıs gecesi Taksim'deydi ve saat 12den sonra 41 kere maşallah olacaktı benim için (aramızda kalsın 41 yaşıma girdim de!)... Biletlerin alındığı, hazırlıkların yapıldığı sırada bir iş makinası ağaçları sökmek üzere Gezi Parkı’na girdi... Gerisini biliyorsunuz zaten...
Benim yaşgünüm Gezi Parkı için direnen eylemcilere feda olsun... Çok gururlandım, hala da gururluyum böyle bir gençliğe sahip olduğumuz için... Diliyorum ki sonuç ülkemiz için, bu evlatlarımızın geleceği için hayırlı olsun, daha fazla sıkıntı yaşanmasın.
Yaşananlar üzerine Ayşe Arman X, Y, Z kuşağı çocuklardan bahsetti bir yazı dizisinde. Okuduklarımdan anladığım benim bücürün bu kategoriye girmediği. Gözlemlediğim ve şahsi kanaatimse Tibet bir indigo!
İndigo’ların dönemi bitti görünüyorsa da, sanırım tek tük temsilcileri hala gelmeye devam ediyorlar. Kısaca indigoları şöyle tarif edeyim, hatta alıntı yapayım:
Bu çocuklar alışılmışın dışında zekiler, öz güvenleri fazlasıyla yüksek, otoriteye karşı çıkıyorlar, çok canlı ve hareketli olmalarının yanında onların sezgileri de oldukça güçlü. Onlar indigo çocuklar ve dünyaya yeni düzen kurmaya geliyorlar.
Bizimkinin zekası muzurluğa işliyor, burası NET! Ayrıca espri yeteneğine de diyecek yok, gerçekten. Bu anlatılmaz, yaşanır :) Sezgi konusunda bir emin oluyorum, bir yok canım diyorum ama kendine olan özgüveni tavan! Fazlasıyla hareketli ve baskıya, dayatmaya kesinlikle tahammülü yok. Fazlasıyla asi, “Hayır” kelimesine karşı tırnakları her daim hazır. Şimdilik “böyle yaparsan, ben de bunu yapmayabilirim, beni düşünmeye zorluyorsun” diyerek kendisine fren çektirtiyoruz ama yaşı ilerledikçe bu taktiğin tutacağını pek sanmıyorum! :P
Altı üstü bir mezuniyet yazacağım, nereden nereye geldim! :))))
Efenim, canım oğlumun geçtiğimiz cuma günü mezuniyet kutlaması vardı okulunda. Üniversiteliler gibi kep attılar bu güzellikler :)
Sevgili oğlum yapılan etkinliklere katılmama kararı almış haspam, arkadaşları gösteri yaparken kendisi paşa misali baş köşede oturup, onları izledi gördüğünüz üzere. Sen neden yapmıyorsun diyene “Zorunda değilim!” diye cevap verdi!!!
ama olsundur yani, ben yine de gururlanıp, utanmasam ağlayacağım tribine girdim şahsen :)
Sonuç; oğlum sahne adamı değil ama maşaallah “gangnam style” uzmanı imiş, onu da öğrenmiş olduk! :))))
Sizin içinizden taşan sevginizi severim ben! :))))
Geçtiğimiz hafta bir tuhaf hastalık atlattı Tibet. İsmi cismi yok...
Daha doğrusu, doktorumuz Tibet’e kan almak, serum takmak gibi canını yakacak, korkmasına sebebiyet verecek şeylere başvurmak istemediği için, antibiyotik tedavisine cevap verirse bunlara gerek kalmaz diye düşündüğü için ismi cismi yok...
Neydi bu hastalık bilmiyorum.
Kan alınıp test yapılsaydı, serum takılsaydı bir faydası olur muydu onu da bilmiyorum.
Tek bildiğim 41lerle başlayıp, 37,5lara ancak 5 günün sonunda düşen ateşle boğuştuğumuz...
İnsanın canı çocuğunda...
O orada öyle baygın yatarken, ateşi düşsün de gözünü açsın diye beklerken nefes alamadım resmen...
Ateşi düşüp, bir şeyler isteyebildiği zamanlar döndü dünya...
İstediği bir yudum su büyük mutluluk oldu evde...
Ateş düşürücüsüz geçirdiği ilk gün, bir zil takıp oynamadığımız kaldı...
Ateş gitti... gitti gitmesine de, arkasından öksürüğü bıraktı...
Elbet o da gidecek...
Biliyorum, daha beterleri var bu hayatta... ama...
İnsanın canı çocuğunda...
Allah hepsine sağlıkla sıhhatle büyümeyi nasip etsin...
Her sabah Tibet'i okula arkadaşıyla birlikte bırakıyoruz. Sabahları benim işe yetişmem gerektiği için Tibet alıştıktığından beri onlarla birlikte öğretmenini bekliyor, ben işe gidiyorum.
Bir sabah Gülay'ın işi olduğu için benim bırakmam gerekti doğal olarak. Kapıda beklerken ben;
- İnşallah öğretmenin gecikmez oğlum. O gecikirse ben de işime gecikirim.
- İnşallah gecikir anne. O ne kadar çok gecikirse ben de seninle o kadar çok kalmış olurum!
- !!!! :(((((
Hiç yakışıyor mu?!
Geçenlerde bir akşam eşimin canı çekmiş , gidip etsiz çiğ köfte aldı. Mutfakta hazırlıyor.
Tibet'te başında onu seyrediyor.
Mustafa bir dürüm hazırladıktan ve ısırık aldıktan sonra, bizim ufaklık :
- Sana inanamıyorum baba!
- Neden oğlum, ne oldu?
- Gidip çiğ köfte alıyorsun, gelip hazırlıyor, yiyorsun ve oğlunla paylaşmıyorsun öyle mi?
- !!!!! yok oğlum hiç paylaşmaz mıyım seninle? hazırlayacaktım şimdi sana da!
- İnanamıyorum baba, gerçekten inanamıyorum!!!! cık cık!!!
- !!!!! :/ :)))))))
Kötü haber
Geçenlerde Galatasaray'ın maçı vardı. Bizimki bunca zaman dayısından (kuzenim) sebep bir Fenerbahçe, babasından sebep bir Galatasaraylı. Hatta araya Beşiktaş'lılığı bile sokuşturmuşluğu vardır. Nihayet en yakın arkadaşının da Galatasaraylı olmasının etkisiyle, GS'ye karar verdi.
Normalde o saatte yatmış olması gerekliydi ama o
akşam babası söz vermiş; maçın ilk 5 dakikasını beraber izleyecekler.
Heyecanla oturmuş babasının kucağına maçın başlamasını bekliyor.
Anladığım kadarıyla “Meslek” ve “Oyun” kavramı prensim için aynı anlamı ifade etmekte. Henüz!!!
Mevzu şudur ki;
- Anne, sen büyüyünce ne olmak istiyorsun?
- Reklamcıyım ya işte oğlum. Grafikerlik yapıyorum :)
- Ama o iş. Sen ne olmak istiyorsun?
İç ses: Ne olmak istediğin mevzusuna girme bence... İnsan kaç yaşına gelirse gelsin büyüyemediği konularını da geç, çocuğun beynini bulandırma!
- Ben büyüdüm artık oğlum, grafiker oldum. Çalışıyorum, her gün işime gidip geliyorum :)
- Ben büyüyünce çalışmayacağım.
- Öyle mi ne yapacaksın peki?
- Futbolcu olacağım! Arada bir futbol oynamaya gideceğim.
- Ama futbolu iyi oynamak için her gün antreman yapman gerekecek.
- Babamla antreman yapıyorum ya anne!
- Evet ama büyüdüğünde iyi bir futbolcu olmak için antrenörle çalışman gerekecek. Sana nasıl iyi oynanacağını o öğretecek. Baban antrenör değil ki. O şimdi sadece sen futbol oynamak istediğinde sana eşlik ediyor.
- Olsun. Ben büyüyünce futbolcu olacağım, çalışmayacağım!!!
- E, peki. Madem öyle istiyorsun :)))))))
Futbolculuğu meslek sananlar heyyy! Kendinize gelin!!! :)))
Oğlum diye demiyorum, bizimkinin saçları çok güzeldir :)
Daha bebe olduğu dönemlerde çok endişelenmiştik, bu çocuğun hiç saçları çıkmayacak, çıksa bile az olacak diye... Sonra bir çıktı, pir çıktı... Bir de bukle bukleydi ki bir aralar, her buklesine parmağımı geçirmek, sonra onları birleştirmek büyük keyif veren bir oyundu benim için :D
Saçları böyle güzelleşince, kestirmeye kıyamaz olduk haliyle. Ama bu seferde yazları ter sorunu ortaya çıktı doğal olarak. Alnı, ensesi isilik olmaya başladı... ve biz her seferinde içimiz gide gide kestik... Biraz büyüdükçe isilik olayı azaldı ve biz de yüz bulduk kestirmemeye :) ama öyle veya böyle yazın rahatsızlık verdiği aşikardı... Bu sefer ben ve eşim arasında anlaşmazlık başladı. Ben “Kestirelim!” dedikçe, o “Hayır! Kesilmeyecek!” diyen taraf oldu. Tibet doğal olarak her seferinde babasının tarafını tuttu...
En son geçen Cumartesi Rüzgar’ın yaşgününden dönüşümüzde, terden koklayamayınca bücürümün saçlarını, babasına “Kesilecek bu saçlar!” ultimatomunu verdim Tibet’in “Bu anne de böyle işte baba, ne yapalım!” söylemleri eşliğinde :)
ve Pazar günü gittik kuaföre...
“Güzelce kısalt” dedim.
“Amerikan olsun mu abla?” dedi.
“Olsun!” dedim.
Tibet “Ben amerikan istemem!” dedi.
“O zaman seninkini, Türkiye-İstanbul keselim?!" diye cevap verdi kuaför.
“Tamam” dedi bizimki...
ve sonuç:
Şimdi gururlana gururlana “Benim saçlarım İstanbul kesimi!” diye dolanıyor ortalıklarda ;)
Nihayet!
Nihayet annemler bizim semtte ev buldular :) Çok sevinçliyim bu yüzden :) Annem için zor oluyordu hafta içi bizde kal, hafta sonu evine git...
Buldukları evin ufak tefek tamiratları olduğu için annem birkaç gündür Tibet ve evle beraber ilgilenmek durumunda kalıyor. Evle ilgilenmesi gerektiği ve Tibet’in onunla evine gitmek istemediği zamanlar bücürcan alt komşumuza bırakılıyor, sağolsun o sürede Serap ilgileniyor Tibet’le.
Dün yine anneannesiyle gitmek istemeyince, aynı çareye başvurmuş annem ve Tibet’i Serap’a bırakmış. Bıraktığı saat Serap’ın oğlunun okul çıkışına denk gelince, Tibet arkadaşını okuldan almaya gitmiş doğal olarak ve kader ağlarını örmüş :)
Küçük bir kaza atlatmışlar. Bizimki sanırım çok korkmuş. Ben akşam eve geldiğimde etkisi azalmıştı ama heyecanı aynen devam ediyordu.
Yatma saati geldi, yatakta sohbet ederken kaza anında ne hissettiğini sordum. Bana korkusunu öyle güzel tasvir etti ki, çok etkilendim :)
Aramızda geçen konuşmayı olabildiğince aktarayım size de...
- Arabaya çarptığımız anda beynim örgü ördü anne!
- Nasıl yani oğlum? Biraz anlatır mısın tam olarak neler hissettiğini?
- Anne böyle kalbim renk değiştirdi, griye döndü.
- Yaa, başka ne oldu?
- Böyle kanım koyulaştı, (elini karnına götürüyor) böyle içim titredi! Böyle titredim çok!
- Ahh canım benimmm! Çok korkmuşsun belli ki ama artık geçmiştir herhalde değil mi?
- Hayır anne (elini havaya kaldırıp, gözüme sokuyor) bak hala kanım koyu, bak!!!
- Canım benim, olur böyle şeyler, ufak tefek kazalar yaşanır. Arabaya binmemezlik etme sakın bu yüzden (az çok oğlunu tanıyan anne modeli).
- Yok canım bineceğim, babam güzel araba kullanıyor.
- İyi bari. Benim kullanacağım arabaya da bineceksin değil mi?
- Bilmiyorum anne. Bunu düşüneceğim!!!
- !!!
Namkör evlat! Sanırsın sanki hep babasıyla geziyor! Hıhh!!!
Bir süredir düşünüyorum, buraya yazmaktansa facebookta notlarına günlüğümüzü geçmeyi.
Düşündüm ki, artık Tibet'i yakalamak zor. Yakaladıklarımda kısa anlardan ibaret. Buraya sadece diyalog yazmak daha doğrusu kısa anekdotlar aktarmak sanki uygun değil gibi. O şekilde devam edersem, burayı bir nevi twitter gibi kullanacakmışım hissine kapıldım ve dün bunun ilk adımlarını attım... Facebookta ilk notumu yazdım...
Yazmasına yazdım da... Bu sefer içimi bir hüzün kapladı. Sanki sevdiğim birini ihmal etmişim duygusu sardı... Kendimi kötü hissettim...
Yahu blog! Sen bana ne yapmışsın böyle!!! Bir türlü kopamıyorum senden!
Bu duygularımın üstüne bir de bu sabah Tibet'le o kadar güzel bir diyalog yaşandı ki... Bunu blogla paylaşmasam olmaz dedim...
Ama bu yaşananları anlatmadan önce, olayın bir geçmişi var. Kısaca ondan bahsedeyim.
Uzun zamandır takip edenler bilir Tibet'in bilgisayar merakını. Yaklaşık 1,5 yaşlarına denk gelir, mausela istediği programı istediği gibi açabilmesi. Derken derken, bir baktık ki; oğlumuz bilgisayarın başına oturdu mu, kalkmak bilmiyor! Eh... Bunun önlemi alınmalıydı ve doğal olarak evde bilgisayar oynaması yasaklandı. Ancak ananesine, kocaannesine veya amcasına gittiğinde oynayabilmesine izin var. Bu da iki haftada bire denk geliyor gelse gelse...
Bu fotoğraflar geçen seneye ait sanırım.
Şimdilerde yasak olduğundan pek bilgisayar başında fotoğrafı yok elimde :)
Geçtiğimiz hafta sonu gazetenin biri Caillou oyun cdsi veriyormuş. Bizimki de bunu dedesine sipariş vermiş. Dedesi de bir dediğini iki etmez, yememiş içmemiş, almış getirmiş.
Getirmesine getirmiş ama; ortada bir sorun var. Bizimkinin evde bilgisayar oynaması yasak!
Dün gelip sordu bana oynayıp oynayamayacağını. Ben de babası izin verirse, bir kereliğine mahsus bu hafta sonu oynayabileceğini söyledim.
Bu sabah okula doğru giderken, sordu babasına...
Bugünü, bu konuşmayı hiç unutmam inşallah...
- Babacım, izin verirsen sana bir şey soracağım.
- Sor oğlum.
- Dedem bana Kayyu oyun cdsi almış. Bir kereliğine, bu hafta sonu bilgisayarda oyun oynayabilir miyim? (Babamız dikiz aynasından benden onay istiyor.)
- Tabi oğlum oynayabilirsin ama sadece bir kereliğine ve sadece bir saat. Kalk dendiğinde kalkacaksın.
- Tamam babacım, siz bana kalk der demez, su gibi kalkacağım bilgisayarın başından, su gibi!...
- !!!
- Anne, şimdi sana seni mutlu edecek bir şey söylesem beni affeder misin? - Bilmiyorum Tibet! Ne söyleyeceğine bağlı. - Hımmm, acaba ne desem ki?... Aaaa, anne! Sana şuradan bot alsak?! - Nasıl alacaksın oğlum o botu? - Senin paranla? - Sence benim paramla bana bot alırsak seni affeder miyim? - Olmaz di mi? - Olmaz canım.
- Peki şimdi ben sana desem ki “Anne ne kadar mutlusun böyle?!” - Sence bu söylediğin beni mutlu edecek bir şey mi? - Yok... beğenmedim... Anne biliyor musun ben büyüyünce sana çok güzel araba alacağım!... - Seni affetmem için rüşvet teklif eder gibisin Tibet! (bu annenin kendini tutamayıp seslendirdiği iç sesidir.) - Peki anne, sana kendi paramla çiçek alıp gelsem, beni affeder misin? - :))))) - Gülüyorsunnnn! eveeettttt, affedersin di miii? eveeettt, affedersinnnn! - :))) ben seni çoktaaannn affettim bile bi’tanem benim... çoktan affettim! :D
Bazen yaşadıkların, tanık olduklarının yanında ne kadar da hafif kalıyor...
Kıyas bile kabul etmez!
İstiyorsun ki; söyleyeceğin tek bir söz karşındakine merhem olsun...
Ama bir yandan da, söyleyeceğinin senin düşündüğünün aksine,
belki de, yaraya tuz basma ihtimali seni susturuyor...
Dokunmak istiyorsun...
bu dokunuşunla onun tüm acılarını silmek...
bitirmek...
ama biliyorsun işte...
bu mümkün değil!...
Ne yapsan, ne söylesen elle tutulur bir yanı olmayacak...
Ne yapsan, ne söylesen onu daha iyi hissettirmeyecek...
Kendini aciz hissediyorsun...
Yapabileceğin tek şey onun yanında olmak... biliyorsun...
ve onun da bunu hissetmesini, bunu bilmesini istiyorsun...
Dostum...
Yanında olmaktan başka yapabileceğim bir şey var mı?...
Elimden fazlası gelsin isterdim...
Seni iyi görmeyi o kadar çok istiyorum ki...
Bana herhangi bir konuda sinirlendiğinde işi vurmaya kadar götürenle,
trafik ışıklarında camı silmelerine izin vermediğim için beni “Bak o buralarda senin camını silmek için bekliyor, ne kadar düşünceli. Sense ona izin vermeyerek onu üzüyorsun! Lütfen bir daha bunu yapma!”
diyerek azarlayan çocuk aynı çocuk mu?
Bizim oralarda bu gibi durumlarda “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” derler canım.