28 Aralık 2011 Çarşamba

Renkli bir yıl

Ben kadınları daha vicdanlı bulurum. Bu görüşüm kadın oluşumdan değil, bu güne kadar ki gözlemlerimden oluşmuştur. Tabi ki bu durum çoğunluk erkekler tarafından hemcins dayanışması olarak görülür.

Sizin bu konudaki fikriniz nedir bilemiyorum ama emin olduğum bir şey var ki; yeni neslin erkeğinin de kızının da kalpleri güzelliklerle dolu ve empati kurmasını çok iyi biliyorlar...


- Anne, sence benim battaniyem kız mı?
- Bilmem ki oğlum? Sence?
- Bu kadar renkli olduğuna göre, kız tabi ki!!!
- :)))))
 

2012 önce sağlıklı sonra zevkli ve renkli bir yıl olsun dilerim :)

20 Aralık 2011 Salı

Hep yanımda kal!

Birden anlayıverdim, aniden!
Ben ne zaman geç gelsem eve, Prensim gece kötü rüyalar görüyor.

Yoksa bana mı öyle geliyor?

Birinde arabada yalnız, birinde asansörde.
Birinde eli elimden kayıyor, beni bulamıyor, diğerinde önden bindiği trende kalıyor.

“Anne kötü rüyalar gördüm yine! Sen yoktun yanımda!”
ya da
“Kaybettim seni!”

İçinde neler yaşıyor?
Her gecikişimde onu bırakıp gideceğimden mi endişe ediyor?
Nasıl silerim onun bu endişelerini içinden?
Kendim için bir şeyler yapmaktan vazgeçsem bile, işim yüzünden çok geç gelişlerim olur benim, onu nasıl engellerim ki?!

Ah bebeğim! Bir bilsen...
Ne kadar kulağına fısıldıyor olsam da,
sana olan sevgimin büyüklüğünü bir görsen!


Canım benim.
Sen istemedikçe,
senden uzak olmam mümkün mü benim!

13 Aralık 2011 Salı

Sen hep gül bebeğim


Bir evin en güzel seslerinden biri çocuk kahkahası.
İnsan o kahkahaların eşliğinde yaşadığını anlıyor, hiç olmadığı kadar mutlu oluyor.

Çok şükür demek için ne kadar güzel bir sebep!

Ama bazen, yorgunsan...
başın ağrıyorsa...
bu kahkalar kafanda çınlayabilir ve buna tepki gösterebilirsin...

İnsanlık hali diyelim! :)

- Oğlum, biraz daha sessiz olur musun? Başım ağrıyor ve çok yorgunum!
- Baba madem yorgunsun ve başın ağrıyor, o zaman niye burada duruyorsun? Git odanda yatsana! Anne söyler misin sen de babama, gitsin odasına!!!

8 Aralık 2011 Perşembe

7 bilinmeyen!

Ayla bana demiş ki; hakkındaki 7 gerçeği açıkla!


Çok uzun zaman olmuş mim yazmayalı... Bir süre kalakaldım, ekranın başında. Word dosyası açık, o bana bakıyor, ben ona... Bir yerden başlamalı dedim ve.........

Valla ben hergün kendim hakkımda olmadık gerçeklerle yüzyüze kalıyorum, kendimi resmen yeniden keşfediyorum, şimdi size ne desem kendimi nasıl anlatsam bilemiyorum... Yazdıkça çıkar bir şeyler diyeyim ve başlayayım o halde.


1- Aslında bu çoğu kişi tarafından bilinen bir özelliğim. Ben kendisiyle pek barışık biri değilim. Ne huylarımı, ne görüntümü beğenmem. Birisi bana iltifat etse “Yok yahu, her zaman olmaz işte, arada bir oluyor böyle!” falan gibisinden ağzına tıkarım o iltifatını. Sanırım sırf bu yüzden artık insanlar bana bişiii demez oldu :/ arada bir megolamanlığımın tuttuğu olur tabii ama bu senede bir veya iki gün falan işte :P


2- Kafama bir şeyi koymaya göreyim. İyi kötü onu yapmazsam rahat edemem. Kim ne derse desin! Onu yaparım, sonra pişman olurum :))))


3- Sürekli kendimle çatışma halindeyimdir. Oklarım çoğunlukla kendime dönüktür. Bazen bu huyum yüzünden gereğinden fazla incindiğim olmuştur.


4- Ben kolay kolay kavga eden biri değilim çünkü kavga etmeyi beceremem. Genellikle söylemek istediklerimi söyleyemediğimden, kavga sırasında ya da sonrasında avaz avaz ağlarım. Ağladıkça sinirlenir, sinirlendikçe ağlarım. Aklıma başka şeyler gelir, yetinmem, ona da ağlarım. Durdur beni durdurabilirsen ondan sonra!

Hep kötü gerçeklerimden bahsetmişim, biraz da iyilere yöneleyim.

 

5- Öncesinde de vardı ama özellikle anne olduktan sonra, yüzümü güzelliklere çevirmeye çalışıyorum. Yani, elimden geldiğince “İnsan” olmaya çabalıyorum. Kendin gibilerini çekersin felsefesine inanan biriyim ki; çevremdeki yakın arkadaşlarım bu tezi doğruluyor. Onlarla birlikte “öğreniyorum”.


6- Genel olarak en yakın arkadaşlarım beni öncesinde “soğuk ve mesafeli” bulmuş olanlardır :)
Evet, tanımadığım ortamlarda nemrutun teki gibi görünebilirim ama vallahi de billahi de ben öyle biri değilimmmmm :)))

Ve son olarak;

Uyanıklık mı dersiniz ne dersiniz bilmem ama 7. gerçeğimi sizden duymak istiyorum :) Yazdıklarımdan hakkımda bir kanıya varmış olanlarınız vardır ve düşüncenizi yazmak isterseniz, memnun olurum...

Şimdi bu mimi paslıyorum: Deniz, İrem, Merve, Beste ve Bedardem... Başlayın yazmaya!!!

Ayrıca; bu yılbaşının en güzel çekilişi için lütfen buraya. Nihan harika hediyeler hazırlamış, bunlar kaçmaaaazzz!

5 Aralık 2011 Pazartesi

Masal

- Annesi, bak Tibet çok güzel bir masal anlattı şimdi bana. Çok beğendim, gel de sana da anlatsın.
- Olurrrr. Hem zaten çok uykum var, o anlatır ben uyurum...
- Tamam anne, gel... Bak anlatıyorum şimdi...


Bir varmışşşş, bir yokmuşşşş...
Bir zamanlarrr, büyüük bir ülkenin birinde bir insancık varmış.
Bu insancığın da köpekleri varmış bi sürü.
Bir gün köpekler kaybolmuş.
Bu insancıkta muhafızına gitmiş demiş ki;
"Nerede benim köpeklerim?" demiş.
Muhafız da "Nereden bileyim!" demiş.
İnsancık çok kızmış, muhafızı hapise atmış.
Sonra da gitmiş köpeklerini bulmuş, çok mutlu olmuş.
Masalda burada bitmiş!

Yorum sizin...
Ben çok beğendiğimi söyledim. Bir anne olarak oğlumun hayal gücünü kısıtlayacak değilim, di mi ama ;)

30 Kasım 2011 Çarşamba

S-E-V-M-İ-Y-O-R-R-R-R!!!!

Saat gecenin üçü falan olmalı... ya da ben öyle sanıyorum... bilmiyorum ki... zaten ne farkeder ki? bu kaçıncı akşam... ikinci olmalı... bana daha fazlaymış gibi geliyor... işlerin yoğunluğu... üstüne uykusuz birkaç gece... önceden de olmuştu... geçmişti... bu daha farklı bir versiyonu... bu da geçer mi?... geçer...


Kabul et işte! Çocuk uyumayı S-E-V-M-İ-Y-O-R-R-R-R!!!!

- Anneeee!!!
- Efendim oğlum...
- .......
- Bir şey mi istiyorsun canım? Süt getireyim mi?
- Hayıırrrrrr!
- Yanına yatayım mı?
- Hayıırrrrrr!
- O zaman yatağıma gideyim!
- Hayıırrrrrr!
- Ayak ucuna uzanayım!
- Olmaaaazzz! Ayaklarım sana değiyor!
- E ne yapayım peki oğlum niye çağırdın ki beni!
- Dur orda!
- Tibet! Gecenin bi vakti saçmalama istersen! Ayakta bu uykuyla nasıl durayım? Üstelik üşüyorum!
- Bana neee! Dur orda!
- Beni sinirlendirme Tibet! Geç yana da yanına yatayım! Hadi, çabuk!!!
- Söylenme anne bana! Söylenmeee!!!
- !!!!!

28 Kasım 2011 Pazartesi

Biraz ben, çokça Tibet!

Geçtiğimiz Cuma bir haller vardı bende. Sanırsınız enerjimi emen bir yaratık varmışta, tüketmiş beni. O kadar keyifsiz, o kadar halsiz, o kadar bitmiş bir haldeydim ki, Cumartesi Bedardem’in yaşgünü ilaç gibi geldi.


Meğer ne çok istemişim kendime zaman ayırmayı. Önce Bahar’la beraber bir fotoğraf günü, arkasından da Burcu’nun yaşgününde felekten bir gece. Bir güldüm bir güldüm yetmedi bir de içtim kiiii! :)

Bu sayede Elif’i de 2 seneden sonra tekrar görmüş oldum, pek bi mes’udum :)

Pamuğuma gelince. Annesinin değişken ruh hallerinden nasibini alıyor olsa da O bana inat tam  bir sevgi kuşu. Evdeki herkese sarılıp sarılıp, sevgisini dile getiriyor. Ananesi bırakıp bir yere gitse, üzülüyor. Ananesine gideceği zaman “Ben ananeme gidiyorum ama çok çabuk döneceğim, üzülme sen! Tamam mı?” diyerek babanesinin gönlünü alıyor. Babanesi onun oyun arkadaşı oldu çıktı. O varsa oynayacak oyuncuların arasında kesinlikle babanesini de istiyor. “Oğlum yoruldu, biraz dinlensin.” desen de nafile! “Babanemsiz olmazzz!” nidalarıyla kadını her oyununa dahil ediyor. Ha! Belirtmeden geçmeyeyim, oyun dediğim de kart oyunları. Korkmaya başladım büyüyünce kumarbaz mı olacak nedir? Sondan bir önceki oyuncakçı ziyaretimiz sonunda bir kutu poker pulumuz oldu. Evde de babasının iskambil kartlarına dadandı. Hatta aramızda şöyle bir diyalog bile yaşandı:
- Anne, babamın kağıtlarıyla oynayalım mı?
- Olmaz tatlım, baban gelsin, izin ister, oynarız.
- Anne, o zaman ben masusçuktan büyümüş olayım, sen benden izin iste, ben de vereyim, sonra beraber kağıt oynayalım. Ne dersin?


 

Bunlar yetmez gibi beyefendi sürekli oyuncak istiyor. Her akşam eve girdiğimde kapıya koşup “Bana oyuncak aldın mı?” diye soruyor. Sanırsınız ev ağzına kadar oyuncak dolu değil! En sonunda ben de kendisine oynamadığı oyuncakları ayıklarsa ve onları oyuncakları olmayan çocuklara göndermeme izin verirse eğer, yeni oyuncak alacağımı söyledim. Anında sildi süpürdü ortalığı! Kendisinden bu hızı ve bu fedakarlığı beklemiyordum ne yalan söyleyeyim! Şaşırttı beni :)


Böylece son oyuncakçı ziyaretimizden satranç takımıyla döndük. Benim de “Acaba büyüyünce kumarbaz mı olacak bu çocuk!” korkularım biraz hafiflemiş oldu. Satranç’ı şimdilik kurallarıyla oynamadığı kesin ama olsun, bakarsın zamanla bir satranç ustası olur çıkar! :)

21 Kasım 2011 Pazartesi

Terapi

Tibet’in en sevdiği çizgi filmlerden biri olan “Arabalar”ın ilk filminde, şarkılarından biri türkçeye de çevrilmiş. Bir yerinde diyor ki;

.....Zamanla her şey değişiverdi.
Kimse bu değişimi farketmedi.
Daralan bu dünyayı hiç kimse göremedi.
Buralarda, artık her şey bitti.....
 
Bizler için de aynı şey geçerli. O kadar kaptırıyoruz ki kendimizi rutinimize, kendimizde nelerin değiştiğini göremiyoruz. Ne kadar eksildiğimizin, yorulduğumuzun, negatif yüklendiğimizin... Bittiğimizin.... Eksikliklerimizi de çevreye yüklediğimizin; eşimize, çocuğumuza, kardeşimize, arkadaşımıza...


Nihayet kendim için gün ayırabildim. Geçtiğimiz Perşembe, Bahar’la birlikte İstanbul’un bir kısmı kazan, biz kepçe dolaştık. O kadar çok yürüdük, o kadar çok güldük, o kadar çok fotoğraf çektik ki... Bundan ala terapi düşünemiyorum...

Bunu bir daha ve bir daha yapmalıyım(z)!


Bu kaçıncısı bilmiyorum ama Bahar’ım, ogünümün ortağı olduğun için, yüzümü güldürdüğün, günümü, günlerimi renklendirdiğin için; çok ama çoookkk teşekkür ederim!

Ayrıca Sinem'e de bu güzel röportaj için teşekkür ediyorum, çoook ama çoook!!!

15 Kasım 2011 Salı

Güneşi getir bana...


Tibet’le uyku seremonimiz artık bir klasik haline geldi. Sevgili oğlum gün geçtikçe yeni taktikler geliştiriyor bu konuda. Son numaramız sabah erken saatlerde uyanmak.
E, ne yapsın? Baktıki anne her koşul ve şartta saat 21.30da kendisini yatağa götürüyor, taktiklerini sabah saatlerine taşımaya karar verdi.

Geçen hafta biraz hapşırık, biraz burun akıntısı ve ara ara öksürük vardı üzerinde. Geçen seneden canımız bu konuda yanmış olduğundan bu sene ister istemez tedirgin olduk. Özellikle öksürük bizi tedirgin etti. Tam “Oh be! Atlatıyoruz galiba!” dediğimiz gece, inleyerek geçti uykusuna. Babası ve ben gece ikiye kadar “Ne olur yinelemesin.” duaları eşliğinde nöbetleşe başında bekledik. Saat iki civarı inlemeler bitti ama biz de bittik doğal olarak. Ben anında uykuya geçmişim zaten.

Sabahın sanırım 5i olmak üzereydi ki; bizim bücür “Anneee” diyerek seslendi bana. Yanına gittim. Terini alsın diye göğsüne koyduğum havluyu uzatıp “Çıkarttımmm” dedi ve güldü. “Eyvah!” dedim, “Yakaladın beni!”

“Anne yanıma yat” dedi, uzandım yatağına. Bir şekilde uyuyamadı, döndü durdu sağa sola. Sonra “Anne, ne yapsam olmuyor, uyuyamıyorum. Lütfen çizgi film seyredebilir miyiz?” diye sordu. Gece yaşadığımız tedirginliğin ardından hiç hayır diyesim gelmedi.

Ben çizgi filmi açarken, hava da aydınlanmaya başlamıştı. “Anne bak, güneş geliyor, hava aydınlanıyor.” dedi. Gülüştük ve aynı günün akşam 16sına kadar bir daha uyumadı. Tabi ki ben de...

Ve gece yine yatma vakti geldi. Şaşmış uyku saatleri yüzünden biraz daha geç...

Odasına geçtik. “Anne, bak şimdi ben bir sürü çizgi film hazırlayacağım. Önce Şirinleri seyrederizzzz, sonra Caillou seyrederizzzz, sonra Şimşek McQuin seyrederizzzz. Daha bir sürü çizgi film seyrederiz. Sonra sen sabahı getirirsin yine dünkü gibi! dedi.

Kalakaldım. Bir an ne desem bilemedim.
“Ama tatlım, sabahı ben getirmedim ki. Dün gece sen de söyledin ya, güneş geldi, sabah oldu!”
“Hayır anne, sen getirdin ya! Hani sen çizgi film koyuyordun ya, o zaman sabahı getirdin ya işte!”

Oturdum yanına, anlattım. Daha doğrusu ikna etmeye çalıştım. İkna olmuş göründü görünmesine ama sonunda kurduğu cümleyle ikna olmadığını, aslında beni idare ettiğini de ortaya koymuş oldu: “Peki anne, ama sen uyuma yine de, hava aydınlanırken beni uyandırırsın!”

Şimdi velet her sabahın 5i civarı uyanıp, beni yanına çağırıp, havanın aydınlanmasını bekliyor! İş günlerinde o saatten sonra da benim için uyumak neredeyse artık imkansızlaşıyor.

 

“Amaaannn!” diyorum bende.
Varsın uyansın, uyandırsın. Yeter ki iyi olsun. Bu istekleri de gün olur biter. Hem zaten yarın öbür gün sabahını başkasının aydınlatmasını isteyecek. Şimdi benden istiyor olmasının tadını çıkarmak lazım, di mi ama? ;)

Üstteki fotoğraf bana ait...

10 Kasım 2011 Perşembe

Kısa kısa

Bu bayram öncelikli konumuz “Kim kimin karnından çıkmış?” mevzusuydu.
Herkese sordu “Sen kimin karnından çıktın?” diye.


En sonunda bana “Anne, senin karnından başka çocuk çıkacak mı?” dedi.
Çıkmayacağını söyledim. “Hayırdır, yoksa kardeş mi istiyorsun?” diye sordum.
“Evet anne, kardeş istiyorum ama Ben10 olsun, yoksa istemem!” dedi...
Gülmekten konuşabildiğim aralarda bunun istekle olmayacağını anlatmaya çalıştım ama ikna oldu mu bilemiyorum :D


Hala bayram ve bayrak konusu kafasında karışık. Elimden geldiğince her seferinde anlatmaya çalışıyorum. Yine de kafasındaki “Bayrak bayramı” kavramını yıkabilmiş değilim...

 

Ama Atatürk konusunda kafasında şüpheye yer bırakmamışım, kendimle gurur duydum. Gördüğü bir Atatürk posterini görünce attığı nida şudur: “Anneee bak, Atatüüürk! O bizi düşmanlardan kurtardı biliyo musunnn?”


Ve bugüne kadar aldığım en güzel bayram hediyesi:
“Annecim, iyi ki büyümüşsün de, benim annem olmuşsun! Çok seviyorum seni!!!”

1 Kasım 2011 Salı

İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız!!!

Prensim büyüyor.
Ve büyüdüğünün o da farkında...
Ama...
Henüz boyutlarının farkında değil! :)



- Anne babam kocaman di mi? O kadar kocaman ki beni kucağında taşıyabilir.
- Evet oğlum, baban seni kucağında taşıyabilecek kadar büyük.
- Ama sen büyük değilsin, beni kucağında taşıyamıyorsun!
- Evet tatlım, ben seni taşırken çok zorlanıyorum.
- Farkındayım anne. Sen babamdan daha küçüksün, senle ben zaten aynı boydayız, nasıl taşıyacaksın ki beni!!!

27 Ekim 2011 Perşembe

Bugün hava ne güzel!

Hepimiz için son günler sıkıntılı... Ülkemizde yaşananlarla ilgili bir de ben yazmayacağım, sizler çok güzel yazdınız, çok güzel dile getirdiniz. Üstüne ne desem, ne yazsam zaten daha fazlasını ekleyemezmişim gibi geliyor.

Çok üzgünüm, çok...
Bizim Tibet’le de son zamanlarımız çokça sıkıntılı.
Bolca tartışma, bolca huysuzluk, bolca inatlaşma...


 Sanırım ya Deli Anne yazmıştı facebookta ya da onun yazılarından birine “Çocuklarımız daha çok hissediyor bu sıkıntılı günleri galiba; ya hastalar ya huysuz” demişti biri yorumunda (daha doğrusu buna benzer bir yorumdu).

Anasına bak oğlunu al mı demeli, anası da oğlundan belli mi demeli bilmem. Ben de az değilim! Onunla inat, onunla huysuz oluyorum çoğu zaman. Sonra da kızıyorum tabii kendime “Sen de anne misin?” diye.

Düşündüm de “Anne” kimliğimi o kadar ön planda tutuyorum ki; önce “İnsan” olduğumu unutuyorum. Oğlumun bana ve oyuna ve sevgiye ve ilgiye ihtiyacı olduğunu biliyorum ama aynı şeylere benim de ihtiyacım olduğunu görmezlikten geliyorum. Eşimin hobisi için bizden ayrı zaman geçirmesini çoğunlukla anlayabiliyorum da benim bırak hobiyi, kendime zaman ayırmam gerektiğini aklımın ucuna bile getirmiyorum.

Bu yüzden bugünü kendime ayırmıştım.

Bahar’ı da alacak çıkacak, dolaşacak, fotoğraf çekecek, denizin kokusunu ciğerlerime dolduracak, martılara simit atacak, yürüyüp, yorulup bir yerlerde kahve içecektim. Sohbet edecek, gülecektim, gülümseyecektim, belki de hüzünlenecek ama umutlu olacaktım. Kendim için bir gün çalacaktım...

Olmadı.
İş gelecekmiş :)
Varsın gelsin...

Güzelce giyindim, taktım, takıştırdım, fön çektirdim, makyaj yaptım, tırnaklarımı süsledim.

Yüzüme de bir gülücük kondurdum...



Şimdi işleri bekliyorum...

Madem geliyor, geleceği varsa, göreceği de var! :)



Bu şarkı da son günlerdeki ruh halimi çok iyi anlatıyor sanki :)

17 Ekim 2011 Pazartesi

Aydede ve Güneş

Anneeee, biliyor musun? Seninle birlikte aydedeyi evine götürüp,
güneşi getirdik ve sabah oldu.
Aydedeyi götürürken de güneşi getirirken de kovalamaca oynadık.

Anneee, çok eğlendik çooookkk!!!

13 Ekim 2011 Perşembe

Bilmiyorum!

Çocuk olmak lazım bu hayatta! Özellikle de dünyanın kendi çevresinde döndürüldüğünün farkında olan bir çocuk olmalı ama.


Düşünsenize; gece yatacaksınız, anneniz size “Hadi tatlım, uyku saati geldi” diyor. Siz bunu duymazlıktan gelip, önce salonda sonra anneyle babanın yatak odasında ondan sonra da kendi yatağınızda bir fasıl zıplıyorsunuz. Bu arada anneniz (sizi yatırmak onun görevi olduğundan dolayı!) sürekli başınızda “Hadi ama bebeğim, lütfen artık yatalım. Bak uyku saatin geçeli çok oldu.” diye sakin sakin sizi ikna etmeye çalışıyor.

Ortalama 20 dakika sonra (ki bu aslında daha uzun bir zaman dilimidir genelde) ikna olmuş ayakları yapıp, yatağınıza giriyorsunuz. Bir de düşünün ki; yatmadan önce çizgi film izleyerek uyuyanlardansınız. Halbuki anneniz ne kadar isterdi kitap okuyarak ya da masal dinleyerek uyumanızı... Ama bu ufak bir ayrıntı, takılmayıp, devam edelim.

Anneniz diyor ki “Hadi bir film seç!”. Sizin uyumamak için biraz daha vakte ihtiyacınız var. Ne yapmanız lazım? Mesela şöyle bir yol izleyebilirsiniz “Anne, ne izlesem bilmiyorum, sen seç!” Bunu dediniz demesine de, mevzuyu uzatmaya yetmesi için başka bahanelere ihtiyacınız var. Anneniz orada film seçerken, sizde kafanızdaki filmi döndürüyorsunuz.
“Çılgın Hırsız’a ne dersin?” diye sordu anneniz “Hayır” dediniz.
“Mega Zeka?” “Hayır”, “Oyuncak Hikayesi?” “Hayır”, “Elmo?” “Hayır”, “Caillou?” “Hayır”, “Arthur?” “Hayır”, “o?” “Hayır”, “Bu?” “Hayır”, “Şu?” “Hayır”!!!

Bu arada annenizin gözlerinin dönmeye başladığını farkediyorsunuz ama şimdilik oralı olmamaya kararlısınız. Anneniz hala sakinliğini korumaya çalışıyor çünkü, bunun farkındasınız.
“Peki tatlım, ne izlemek istiyorsun, sen söyle”
Cevabınız belli “Bilmiyorummmm anneee, sen seçççç!”...
“Tatlım, sen bilmezsen ben nasıl bilebilirim ki? Benim seçtiklerimi beğenmiyorsun zaten!” “Bilmiyorummm anneeee! Seç sennnn!”

Bu şekilde de en az yarım saat geçiyor. Bu arada annenin saçları iyice kabarmakta, gözleri de kırmızıya dönmekte. Bunu farkediyor ve en nihayet bir filmde karar kılıyorsunuz. Anneniz koyuyor filmi ve bu çekişmenin verdiği yorgunlukla yanınıza kıvrılıyor. Ama daha bitirmediniz tabi ki:
“Anne, süt yap!”

Anneniz kalkıp süt ısıtıyor, getiriyor. “Anneee, çok yapmışsın, şimdi karnım ağrııcak!” diyerek ağlamaya başlıyorsunuz. Anneniz sabırlı kadın neyseki, şanslısınız. Kendini tutmasını çok iyi başarıyor. Gözler kırmızıya döndü aslında çoktan ama o sesinin tonunu hala bozmuyor:
“İçme bebeğim hepsini sende, az iç, gerisini ben içerim!” “Ama getirmişsin işteee, içicemmm!” 
!!!!!!!

Anneniz sesini çıkarmıyor, artık sabır sınırlarının sonuna yaklaştı. İçmeye karar verip içiyorsunuz ama söylenmeyi de ihmal etmemek lazım, madem başladınız! Bardağı mutfağa götürüyor anneniz, gelip yanınıza uzanıyor. Tam iyice yerleşmesini bekliyor ve uyumadan önceki son vuruşunuzu yapıyorsunuz: “Anne benim karnım acıktı, peynir zeytin versene!”

Artık annenizin hem gözleri kırmızı hem de saçları tavana değiyor! İçinizde hafif bir korku var ama bu filmin sonunu getirmelisiniz. Hem, anneniz sabırlı kadın zaten ve üstelik size olan sevgisinin bir sınırı da yok, di mi ama canımmm?!

Küçük bir parça ekmeğin arasına zeytin ve peynir sıkıştırmış anneniz, getirdi yediniz. Bundan sonra yapacak fazla birşey yok artık. En fazla su isteyebilirsiniz ki o zaten yatağın kenarında her daim duruyor.

Anneniz yanınızda iyice gevşemiş ha uyudu, ha uyuyacak. Zaten bu arada filmin de sonuna neredeyse gelmişsiniz. Artık uyuyayım bari diyor ve uyumaya karar veriyorsunuz. Annenize son bir ültimatom veriyorsunuz: “Anne, sarıl bana!”

Ve nihayet... mutlu son...

Ama yok yok, biraz daha devam edelim:

Gece üçte uyanıyorsunuz, anneye sesleniyorsunuz, nasıl becerdiyse kalkmış gitmiş yatağına. Bak sen!!!

Anneniz geliyor : “Anne, benim canım birşey istiyor”
“Ne istiyor canım gecenin üçünde acaba canın!” ve işte asıl bombayı şimdi patlatacaksınız:
“Bilmiyorum anneeee, getir bişey işteeee!”

Eh, artık annenizin dönüşeceği yaratıktan ben sorumlu değilim, söyleyeyim!!!

10 Ekim 2011 Pazartesi

Melekler Partisi


Tibet daha küçücük bir bebekken, onu kolumla göğsüm arasında tutup, öylece, beraberce uyumak isterdim. Ama o kadar küçüktü ki, uyuyakalırsam onu ezmekten korkar, yapamazdım. Onu kollarımda uyurken seyrederdim...

Şimdi neredeyse omuzuma ulaşmış koca bir çocuk! Akşamları çoğunuzun bildiği üzere o uykuya geçene kadar yanında yatıyorum ve artık Prensim uykuya dalmadan önce başını omuzuma koyup, elini de belime atıp öyle uyuyor.

Nasıl bir mutluluk benim için... ve ne güzel bir huzur...

Hafta sonumuz manevi anlamda yorucuydu bizim için. Cuma ve Cumartesi günlerini ciddi ciddi birbirimizle çatışma halinde geçirdik. Dönem dönem oluyor böyle zamanlarımız ama bu sefer sanki daha yorucuydu ya da belki de ben bu aralar duygusal anlamda daha zayıf bir dönemimdeyim ki; bu ikincisi sanırım daha uygun...

Buna rağmen Pazar günümüzü o kadar güzel geçirdik ki...

“Meleklerle Yaşamak” grubuna üyeyim. Geçenlerde kitabını  okumuş, çok etkilenmiş (hatta diğer bloğumda da bahsetmiştim) ve bir meditasyon çalışmasına da katılmıştım. Katıldığım ortamdan da etkilenince, çocuklar için düzenledikleri “Melekler Partisi”ne Tibet’i götürmemek aklımın ucundan geçmedi tabii.

Tibet’in kaydını yaptırdım ve Tibet’e yeni arkadaşların olduğu, beraber şarkılar söyleyip, resim çizecekleri yeni bir yere gideceğimizi söyledim.

Normalde yeniye hemen tepki gösteren oğlum bu sefer çok normal karşıladı durumu. Malum dün çok yağmurlu bir gündü. Arabayı yer bulamam belki endişesiyle yukarıda bir yerde bırakmış olmama rağmen ve hatta yağmur atıştırıyor olmasına rağmen Tibet hiç itirazsız o yolu yürüdü. 5 (belki de 6) katı hiç şikayet etmeden çıktı ve sanki hep bildiği biryermiş, sanki önceden Beki ve Zişan’ı tanırmış gibi hiç hesapsız içeri daldı.


O kadar mutluydu ki, gidip gelip öptü beni, sardı sarmaladı. Eve dönerken “Ne kadar güzel bir gün geçirdik, di mi anne?" diyerek memnuniyetini dile getirdi. "Bir daha olursa gelelim mi yine?" dedim “Kesinlikle gelelim!” diye cevap verdi...

Ve akşam... başını omzuma koydu, elini belime attı...
“İyi geceler annecim, seni çoookkk seviyorum!” dedi...
O uykuya daldı... ben onu kollarımda uyurken seyrettim...
ve yine... ve yeniden...

Teşekkürler "Melekler"...

3 Ekim 2011 Pazartesi

Seyahat

Bu aralar ananesine pek bir düşkünleşti prensim. Her cuma neredeyse aynı senaryo oynanıyor evde. Anane kapıda çıkmak üzere, bizimki onun ayaklarına yapışmış "Anane gitmeeee! Gidersen seni çok özlüücemmm!" diye neredeyse ağlamadığı kalıyor kadıncağızın arkasından. Bu sefer ananesi "Tamam ben şimdi gideyim, yarın annen seni getirir." demek zorunda kaldı. Biz de Cumartesi günü hem söz verdiğimiz için, hem de ben biraz kötüydüm, anne şefkatine ihtiyacım vardı o yüzden ananesine gittik. Annemin bundan ne kadar hoşnut olduğunu artık Allah bilir :)

Yolda ve ananesinde bize yine güzel anılar bıraktı kuzum.

****************

Bir benzin istasyonunun önünden geçiyoruz. İstasyonun önünde bir adam, elinde de yaptıkları kampanyayı gösteren ışıklı bir tabela var:

- Anneeee! Bak, oraya insanlar şaşırsın diye adam koymuşlar.
- .......
- Anne vallahi ben çok şaşırdım, sen şaşırmadın mı?
- ... Ben de çok şaşırdım oğlum. :))))

Fotoğraf geçen haftadan. Hatıra koymadan olmaz ;)

Bir yerde yol tıkandı. Her tıkanan trafikte olduğu gibi burada da satıcılar peydah olmuş:

- Anne, o adam ne satıyor? Tavuk helva mı?
- :))))))) Hayır oğlum "Pamuk" helva değil, kağıt helva satıyor! :)))))))))


Ananesine giden yola sapmak üzereyiz. Yol sağımızda ve biraz rampa olduğu için çok rahat görünüyor:

- Anne, biz bu yoldan mı gideceğiz?
- Evet oğlum.
- Ama anne bu yol çok kırılgan! (artık kendince nasıl yorumladıysa yolu!)


Oturduğu yöne güneş vurmuyor ama arada bir döndüğümüz yöne göre güneşin kendisine uğradığı oluyor:

- Anne, bak güneş beni arıyor ısıtmak için ama bulamıyor!


Nihayet ananesine varılıyor. Orası onun için bilgisayar cenneti, ananesinden yasak yok! Doğal olarak bilgisayarın başından almak benim açımdan bir sorun. Bilgisayar oyunlarında sıkıştığı zaman bu yüzden benimle muhatap olmak istemiyor:

- Teyzeeee!
- Efendim tatlım?
- Biraz gelir misin? Sana ihtiyacım var! (Teyzesi mest tabii... İşi biliyor benim oğlum!)


Ananesinden bilgisayar konusunda, dedesinden abur cubur konusunda sonsuz kredisi var. Dedesi arıyor, “Gelirken torunuma ne alayım?” diye soruyor.

-  Anane, süt kinder (süt dilimi) alsın, çubuk kraker alsın, browni alsın, dondurma alsın. Bi de süt alsın!!! (Neyseki arada "süt" gibi işe yarar birşey istiyor! o da birşeydir artık, ne yapalım?!!!)

26 Eylül 2011 Pazartesi

Var mı?

Sizde;
  • Yazdığı kısır tarifine “Sen bunu okuduğunda ben çok uzaklara gitmiş olacağım!” diye başlayan
 
 KARDEŞ

  • “Sence Banu Alkan neden artık söz yazıp, şarkı yapmıyor?” diye soran,
  • Aynı gün içinde ikinci kez ava gitme planları yapan


  • Boynunuz tutulduğu için yataktan kalkamayışınızı farklı yorumlayıp, içeride baygınlıklar geçiren
ANNE

  • Yapılan av planlarına siz itiraz ederken “Bırak çocuğu, gitsin avına yaaa!” diyen,
  • “Teşekkür ederim” diyemediğinin (tekeşşür) farkında olup, “Benim boğazımda bir şeyler eksik de o yüzden diyemiyorum!” diye açıklama getiren,
  • Siz dişlerinizi fırçalarken çıkan sesle “popo dansı”* yapan,
  • “Bu akşam biigiyasar (bilgisayar) oynayayım mı? Ne dersin?” sorularıyla sizi kandırmaya çalışan,
  • Yumurtasını “tavada” isteyip, “Lütfen yuvarlak tabakta ver, yoksa yemem” buyrukları veren
 
EVLAT

Var mı?

BENDE VAR...

Haa, bir de: Siz hiç sıvı sabun diye kullanıp kullanıp, bitirdikten sonra onun duş jeli olduğunun farkına vardınız mı?
Fazla yorum yapmiicam kendime. Herhalde aklım bir karış havadaydı!!!

*Popo dansı: Popo sağdan sola giderken, kollar tam tersi istikamette hareket eder. Dansı yapan kişinin aynı anda yüzünde “hem şımarığım, hem çok sevimliyim!” ifadesi bulunmalıdır. Daha ayrıntılı bilgi için Pamuk Prens’le görüşülmelidir.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Pamuk Prens dediğin

Görünüşe önem verir:
  • Anne bunu çıkarır mısın boynundan?
  • Boynum ağrıyor ama bebeğim, çıkaramam.
  • Anne lütfen çıkar! Hiç yakışmıyor!!!

Önerilere açıktır:
  • Tatlım, benim kuaföre gitmem gerekiyor, sen de benimle gelmek ister misin?
  • Tabi ki gelirim annecim, neden olmasın?

  
Kendini bilir:
  • Tibetçim, bu akşam düğüne gideceğiz. Sen de gelmek istiyor musun?
  • Koltuk var mı orada? Rahat oturabilecek miyim?
  • Bilmiyoruz canım, sandalye de olabilir. Ama uyaralım, gelin ve damat çıkarken ışıkları kapatabilirler, belki havai fişek patlatabilirler, ayrıca yüksek sesle müzik çalacaklar.
  • Yok yok, ben gelmiim. Biliyorsun öyle şeylerden hiç hoşlanmıyorum!

(Bilmeyenlere not; Tibet aniden ışıkların karartılmasına, fazla yüksek sese ve havai fişek gibi patlayan şeylere tepkilidir, korkar. Sırf bu yüzden henüz sinemaya gidemedik!)

Hızlıdır:
  • Oğlummmm, yavaş koşsanaaaa! Çarpacaksın bir yere!!!
  • Anne ışık hızında koşuyorum, nasıl yavaşlayabilirim ki?!


Her şeyden haberi vardır:
1
  • Bu ne anne?
  • Bu ayakkabıların altında tekerlekleri var canım. Bunları giyip, kayabiliyorsun.
  • Yani bunlar Paten, öyle mi?
  • ???!!!!
2
  • Baba ne yapıyorsun?
  • Yapıyorum işte oğlum bir şeyler.
  • Kuşlara suluk mu yapıyorsun?
  • ?! Nereden anladın?
  • Anlarım ben!

Şüphecidir:
  • Tibet kumbaran nerede?
  • Niye sordun anne, ne yapacaksın kumbaramı?
  • Her zamanki yerinde değil çünkü, ondan sordum canım.
  • Olmasa ne olur ki? Yoksa kumbaramı mı alacaksın?
  • Niye alayım oğlum kumbaranı, merak ettim yerinde görmeyince nerede diye?
  • Ben yerini değiştirdim anne, merak edecek bişii yok!!!
  • ???!!!!

Mütevazidir:
  • Anne, bak puan aldımmm!
  • Aferin oğlum
  • Kaç puan almışım?
  • 100 puan almışsın.
  • Of yaaa! Çok akıllıyım çoookk!!!
  • ???!!!

13 Eylül 2011 Salı

Seviyor-Sevmiyor

Bir çocuğa sorulmasından en çok hazetmediğim sorulardan biri de “Anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa babanı mı?” denmesi.

Ne kadar yönlendirici, ne kadar abes bir soru!

Biz hiç bir zaman Tibet’e böyle bir soru yöneltmedik, yakın çevremiz tarafından yöneltilmesine de izin vermeme kararı aldık ki, zaten öyle bir soru da hiç gelmedi. Çocuğu böyle bir tercihe yönlendirmenin ne gibi bir manası olabilir ki, ego tatmininden başka?!

Ama bazen siz istemeseniz de kaçış olmuyor böyle sorulardan işte. Nitekim Pazar günü saç maceramız sırasında Tibet’e bu soru yöneltildi, 12-13 yaşlarında bir çocuk tarafından. Annesi yanında olduğu için müdahale etmeyi doğru bulmadım, annesinden ziyade çocuk rencide olur düşüncesiyle. Sonuçta o da ne gördüyse onu uyguluyor. Anneyle de tartışmaya girmek istemedim, fazla çığırtkan göründü gözüme.

Tibet “İkisini de çok seviyorum” diye cevap verdi. İçten içe gurur duydum oğlumla (bakın bu da bir ego işte :D). Ama güzel kızımız tatmin olmadı niyeyse! “Kesin birini daha çok seviyorsundur canım, söyle hadi hangisiymiş bakalım?!” diye ısrar etti. Ağzımı açmaya niyetlendim kardeşim “Sakin ol” bakışı attı hemen (tanıyor ablasını zaar). Bizimki daha da gurur duyacağım bir cevap verdi:
“Birini daha çok nasıl seveyim, biri annem, biri babam işte, ikisini de aynı seviyorum!”

Ben arada bir burada “Ya oğlumu iyi yetiştiremezsem” diye panik dolu yazılar mı yazmıştım?



Hiç hatırlamıyorum, hiç! :)))))
 
Fotoğraf bana ait.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Saçı uzun, aklı...????

Hafta sonu saçlarımı kestirdim.

Bilen bilir, ben kadın kısmısının uzun saçlı olmasından yanayım. Kısa saçın yakıştığı çok kişi tanırım. Biri de Deniz’dir mesela. Ama bana “Saçımı kestirsem mi?” diye sorarsanız cevabım bellidir: “Kestirme!”

Düşünün ki; böyle biri için kendi saçlarının kısa olması ciddi bir bunalım meselesi. “O zaman niye kestirdin?” diyeceksiniz. Cevabım şudur ki: Başka şansım yoktu!

Artık saçlarıma tarak vuramaz olmuştum. O kadar yıpranmışlardı ki, daha fazla görmezden gelseydim, bir sonraki aşama sıfıra vurdurmaya gidebilirdi... ki bu benim hiç göze alamayacağım bir durum :)

Saçlarımı kestirmeye pamuğumla beraber gittim. Malum onun saçlarını da kestiremiyoruz. Belki beni kestirirken görürse, aşka gelirde kestirir diye.
“Ben saçlarımı böyle seviyorum!” diyor “Niye kestirmiyorsun?” diye soranlara... Bilmiş...
Nitekim; ikna edemedik yine.


Beğendi saçlarımı velet. “Kıza benzedin anne!” dedi bana. Artık ne demekse...
Ben iyiye yormayı tercih ediyorum :)

Akşam onu yıkamak için, saçlar yüzüme gelmesin diye, alnımın iki yanına doğru toka taktım. Gülmekten yerlere yatacaktı neredeyse.
“Niye gülüyorsun?” diye sordum.
“İşyerindeki arkadaşların sana çok gülecekler anne, böyle çok komik oldun!” dedi bana...

Edepsiz!....
:))))))

8 Eylül 2011 Perşembe

Nasıl anlatılır?

Ayşegül yazmış benim de aklıma geldi, bayramda Tibet’le aramızdaki bir diyalog.

Karasu’daki kapı komşumuzun, benim çocukluk arkadaşımın babası vefat etti arife günü. Yan evimizde bayram buruk geçti anlayacağınız.

Hemen yanıbaşımızda yaşanan hareketlilik ve “ölüm” kelimeleri ister istemez Tibet’in de ilgisini çekti. Zaten çizgi filmlerden bildiği bir durumdu ama gerçek hayatta hiç bu kadar yakından yaşamamıştı. Geçen sene kuzenimin vefatını saymazsak... ki o zaman bunu hiç anlayamazdı sanırım.

“Yandaki dede neden öldü anne?” diye başladı sorgu.
Hasta olduğunu söylemek istemedim, hastalıklar gözünü korkutmasın diye.
“Çok yaşlıydı canım.” diye cevap verdim hiç düşünmeden.
“Yani saçları beyazladı diye mi?”
“Hayır bebeğim. İnsanların yaşı büyüdükçe saçları beyazlayabilir ama o artık çok yaşlanmıştı. O kadar yaşlanmıştı ki artık yürüyemiyordu yaşlılıktan.”
“Tekrar canlanmayacak mı yani?”
“Hayır bebeğim.”
“Peki benim dedem yaşlı mı?”
“Hayır canım, dedenin yaşı büyük ama yaşlı değil.”


Bu soruyu sorarken gözlerini dedesine çevirdi endişeli endişeli.
Sonradan dedesini de sorgulamış; “Sen yaşlı mısın? Saçları beyaz olanlar yaşlı mı?” diye sormuş. Babam da onu yaşlı olmadığına ikna etmeye çalışmış.

Verdiğim bu cevabın düşüncesizce olduğunu bilmeme rağmen, belki de bir yandan iyi oldu aslında. Şimdi “ölen”in geri gelmeyeceğini biliyor en azından...

Artık yapmamız gereken onun yanında babama “Seni gidi yaşlı ihtiyar” diye hitap etmemek :)))))

5 Eylül 2011 Pazartesi

Bayramtesi

Bu bayram benim için daha tatil gibi geçti.
Bu sefer bayram nedeniyle annem, babam ve teyzem de Karasu’daydı ve bu doğal olarak benim çok işime yaradı. Düşünün ki; eşimle birlikte bir akşam arkadaşlarımızla kaçamak bile yaptık ve orada bir sincapla haşır neşir bile olduk :D

Bahsi geçen sincap :)

Etraf kalabalık olunca Tibet daha bir keyifli oluyor, artık kesinleşti.
Geçen tatilimizde Karasu’da kimsenin olmayışı yüzünden bize kök söktüren bücür, bu sefer gayet uyumlu ve mutluydu. Son 3 gün kala “Artık evimize gidelim.” nidaları attıysa da, “Hadi bu akşam da idare et!” yaklaşımlarına kayıtsız kalmadı çok şükür.


Bayramımız küçük bir tatille başladı. Arkadaşlarımın yaşgününde hediye olarak aldıkları Şile-Ağva Cozz Otel’de bir gecelik bir konaklamamız vardı. Cuma günü önce Şile’ye Cozz Otel’e gittik. Havanın fazla rüzgarlı olmasından sebep, odamızdan dışarı burnumuzu çıkaramadık ne yazık ki. Otel geniş kanatlı sinekleri hesaba katmazsanız güzeldi ama odaya tıkılıp kalınca, hiç değilse bir tv olsaydı dedirtti. Elimizde telefonlar, bol bol oyun oynadık.


 

Bir de ailece güreş yaptık. Tibet kazandı çok doğal olarak :P  Gece uykusuna geçiş bir harika oldu. Tibet’le ben birlikte uyuduk. Yatağımıza balkondaki ışık, yakamoz misali çok hafif vuruyordu. Bu durum Tibet’in çok hoşuna gitti. Uykuya dalıncaya kadar “Bu çok güzel bir gece, bu çok güzel bir gece!” deyip durdu.


Sonrasında rotamız önce Adapazarı ve devamında Karasu oldu.

Denizden ve kumdan bu defa da haz etmekdik ama bu sefer daha fazla gezdik, daha çok hareket ettik, daha çok çocukla haşır neşir olup, daha fazla akrabayla ve arkadaşla bir araya geldik. Üstelik çok GÜL yüzlü bir aileyi de kısa süreliğine misafir ettik.


Hem Tibet, hem ben ve bol bol balık avına çıkan eşim tatilden mutlu döndük. Dönüşte Pamuk Prensim midesini üşüttü sanırım, Pazar günümüzü sürekli kusmayla geçirdik. “Anne benim mideme ne oldu, niye sürekli kusuyorum?” serzenişleri yüzümüzü düşürdü. Sürekli hareket halindeki bücürün, hiç kalkmadan yatması üzdü. “Neyin var?” sorularına verilen “Gücüm tükendi, yeniden yükselmesi için dinlenmem gerekiyor!” cevapları içimizi ısıttı.

Ve nitekim işte bir bayram da böyle geçti...


Herkese iyi haftalar olsun, bayram ertesi sendromunuz çabucak son bulsun ;)