29 Nisan 2009 Çarşamba

Eğer Bir Çocuk...

Eğer bir çocuk, sürekli eleştirilmişse
kınama ve ayıplamayı öğrenir.

Eğer bir çocuk, kin ortamında büyümüşse
kavga etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk, alay edilip aşağılanmışsa
sıkılıp, utanmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk, sürekli utanç duygusuyla eğitilmişse
kendini suçlamayı öğrenir.

Eğer bir çocuk, hoşgörü ile yetiştirilmişse
sabırlı olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk, desteklenip, yüreklendirilmişse
kendine güven duymayı öğrenir.

Eğer bir çocuk, övülmüş ve beğenilmişse
takdir etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk, hakkına saygı gösterilerek büyütülmüşse
adil olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk, güven ortamı içinde yetiştirilmişse
inançlı olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk, kabul ve onay görmüşse
kendini sevmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk, aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse
mutlu olmayı öğrenir.

Kaynak bilinmiyor.
Bu bilgiyi bana ulaştırdığı için Nalan'a teşekkür ederim.

28 Nisan 2009 Salı

Şu annelik dedikleri

Tibet geçen hafta annemdeydi, bu hafta da orada. Annem, babam rahatsız diye bu hafta da gelmek istemedi. Doğal olarak ben hafta sonu oradaydım.

Oğlumuz öyle anne baba arayan, huysuzluk yapan bir çocuk değil. Bu bir yandan iyi bir durum aslında. Bir yere gideceğimiz zaman gözümüz arkada kalmıyor. Bu haftalarda olduğu gibi, annem işi olduğu zaman onu da alıp götürebiliyor.

Bu hafta sonu, oğlumun bu özelliğinin bizi özlemesine engel bir özellik olmadığını anladım. Bizi gördüğünde yüzünün nasıl aydınlandığını gördüm. Özlemle sarılışının tadına vardım. Eşim kalmadı ama kaldığı süre boyunca babasıyla vakit geçirmek için bir sürü oyun türetmesini izledim. Ertesi günü ben gidinceye kadar da bir koala misali kucağımdaydı çoğunlukla. Aklına geldikçe gelip öptü, bol bol sarıldı bana. Sürekli bir şeyler anlattı, yeni kelimeler söylemeye başlamış, onlarla ve kendince kelimelerle...

Oğlum böyle gittiği zamanlarda hep buruk oluyordum ama bu sefer daha buruk döndüm. Onun bize olan bağlılığının farkında değilmişim. Bunu farketmek çok ama çok mutlu etti beni, oğlumu hafife almışım galiba :)

Nasıl bir bağdır şu anneyle çocuğu arasındaki?
Hadi anne 9 ay karnında taşıyor, o süre boyunca onunla kendi arasında ciddi bir bağ kuruyor. Çocuk annesinin kokusunu tanıyor, başka bir sürü bilimsel açıklaması da var bu durumun... Anlatması da anlaması da zor ancak yaşandığında anlaşılacak bir durum...

İyi ki anne olmaya karar vermişim...

Bebeğim, anneliği bana tattırdığın için sana minnettarım.
Seni çok seviyorum....

24 Nisan 2009 Cuma

Nikahına beni çağır sevgilim!

Geçen hafta Sufi-Saja'dan Ela, nikah kabuslarını ve nikahında yaşadığı aksilikleri anlatmış. Onu okuyunca bizim nikah günümüz geldi aklıma.
Çok ilginç bir gündü, KABUS gibi...

Nikah günlerini kendinizden olmasa bile çok yakınınız biri sayesinde muhakkak biliyorsunuzdur. Sabah erken kalkarsın, koşa koşa kuaföre gidersin, o arada sevdiğin kendi kuaförüne gider, gelin arabasının süslemesiyle ilgilenir ya da birini gönderir. Sonra seni almaya gelir, fotoğraf çektirmeye gidersin, eve dönersin, annenin babanın elini öpersin, kapıdan alkışlarla çıkarsın ve ver elini nikah salonu...

Buraya kadar her şey normal, bunları aynen uyguladık.

10 Nisan 2004, Cumartesi.
Şansımıza o gün yazdan kalma gibiydi hava, o kadar sıcaktı ki!

Saçlarımı bir hafta öncesinden boyatmıştım, tam istediğim renge! Model de beğenmiştim. Gelinliğimi çok beğenerek diktirmiştim. Gelinliğimin takısı hep inci olsun istemişimdir, o yüzden inci güzel bir boyunluk almıştım. Bir arkadaşımızın makyajını çok beğenmiştim, kuaförümüze inat onu ayarlamıştık makyöz olarak (harika oldu!).


Nikah şekerini belirlemiştim, sevgilim de fikrimi çok beğenmişti, şu macun şekerler var ya onlardan. Geleneksel kıyafetler giyip gelmişti şekerci kadın, süperdi! Eniştemin eski model bir Mercedes'i vardı o ara, eski meski ama bayılıyordum ben o arabaya, sevgilimde ben de o araba olsun istedik gelin arabamız, rica ettik enişteme, severek kabul etti sağolsun :)

Neyse kuaförde işim bitti, fotoğraf çektirdik ve eve geldik.
Büyüklerimizin elini öptük ve çıktık yola.

Nikahımız Şişli Evlendirme Dairesi'ndeydi. İstanbul trafiği de malum, ne olur ne olmaz diye rotayı Kasımpaşa, Dolapdere istikametinden yaptık, en rahat orası olur diye. Konvoy halinde ilerliyoruz, tam Dolapdere'ye geldik, ışık kırmızıya döndü ve durduk. Etrafta çingene çocuklar peydah oldu. Zarflar hazırlamıştık, eniştem camdan birkaç tane zarfı verdi çocuklara. Çocuklar o kadarıyla yetinmediler, ışık yandı hareket ediyoruz ama gitmek ne mümkün, hepsi arabanın tepesindeler. Eniştem başta arabayı sağa sola savurarak korkutmak istedi, çok sert davranmak istemiyor birşey olmasın diye ama bunların korku nedir bildiği yok, çok uğraştı, bağırdı çağırdı.... Arabanın her yanı çocuk dolu, sağı solu. Bir tanesi de benim olduğum tarafta kapıyı açmaya çalışıyor. Artık ne olduysa, tam hatırlamıyorum, galiba çocukların biri abartıp arabanın tam tepesine çıkmaya kalktı. Eniştem dellenip kapıyı açtı çocuğu kovalayacak hatta yakalarsa...! ama onun kapıyı açmasıyla bütün kapılar otomatik olarak açıldı. Arkada benim kapıyı açmaya çalışan çocuğa da gün doğdu tabii :(

Kapıyı açar açmaz boynuma saldırdı, boyunluk hemen kopmadı, boğuluyorum sandım! Ben çocuğun elinden kurtulmaya çalışıyorum. O arada eniştem arabadan inip, çocuğun peşine düştü diye çevreden bir sürü çingene fırlamış (ben bunların farkında değilim tabii, kendimi kurtarmaya çalışıyorum) enişteme doğru koşmaya başlamışlar, eniştem çevreden gelenleri farkedip arabaya atlayıp, hareket ettirdiği tam o anda koptu boyunluğum! Sevgilim çocuğu farketti ve kolundan yakaladı! Çocuk düşmemek için benim gelinliğimden destek aldı.

Yani sahneyi hayal edebiliyor musunuz bilmiyorum?!
Sol tarafımda açık bir kapı, kapıdan boynumdakini koparmış ve düşmemek için gelinliğime asılmış bir çocuk, sağ tarafımdan çocuğu kolundan yakalamış ve bırakmamak için üzerime abanmış sevgili, hareket eden bir araba, çevrede bir dolu çingene!

Allah'ım! Herşey saniyeler içinde oldu ama bana saatler gibi geldi. Çocuk boyunluğumu bırakmak zorunda kaldı, hareket eden bir arabada, kolundan tutmuş biriyle başa çıkamadı herhalde, o bırakınca sevgilimde çocuğu bıraktı. Kapılar kitlendi ve biz son sürat oradan kaçtık! Arkamızda kovalayan bir sürü çingene!!!

Bir süre ellerim boynumda kala kaldım öyle, sevgilim endişeli gözlerle beni izliyor, bana birşey olup olmadığını anlamaya çalışıyor. Ellerimi çekip kendime şöyle bir bakınca bir de ne göreyim! Gelinliğimde kapkara el izleri, üstelik içimdeki büstiyer de dahil!!!

Hüngür hüngür ağlamaya başladım...

İncim kopmuş, gelinliğim kapkara, boynum acıyor...

Nikah salonuna nasıl gittik, gelin odasına nasıl girdik hiç bilmiyorum. Sevgilim, teyzem, eniştem çevremde pervane ama ben görecek halde değilim.

Kuzenim ve eşi erken gelmişler, bizi gelin odasında bekliyorlardı.
İyi ki gelmişler, meğer Özlem'in ne sihirli elleri varmış!

Önce elindeki ıslak mendille, o kapkara el izlerini temizledi (ne mendilmiş, hala anlayabilmiş değilim), hiç iz kalmadı. Sonra incimi bir kancalı iğneyle (üstelik iğne hiç görünmüyormuş) tekrar boynuma tutturdu. Sonra kardeşimin ve kendisinin makyaj malzemeleriyle ağlamaktan bozulmuş makyajımı tazeledi. Aynaya baktığımda aynı kuaförden çıktığım gibiydim, hiç fark yoktu!!!

Valla Özlem büyüksün!!! :)

Keyfim yerine gelmiş, nikah masasına doğru ilerlerken, ayaklarım yere basmıyordu sanki :) Masaya oturuşumuz, nikah memurunun söyledikleri, karşımdan bana bakanlar özellikle kardeşimin heyecanlı yüzü, yanımda en yakın arkadaşım, şahidim, benden heyecanlı Aylin (sanırsınız o evleniyor), annemin gözyaşları, babamın mahsun yüzü, gülenler, el sallayanlar, sevinçle zıplayanlar, sevgilimin bıyık burarak evet demesi :P, imza atışımız...
Hepsini bir bulutun ardından izliyormuş gibiydim.

Nikahı gece bir fasıl mekanında, sevdiklerimizle, bizle olmak isteyenlerle birlikte, müthiş eğlenerek, keyifle bitirdik.

Evlendiğiniz gün her yaşayanın hayatında güzel bir anıdır sanırım, evlenmek zorunda olanların dışında.


Bizimki bu yaşananlar sayesinde biraz sıradışı oldu.
Neyseki sonu iyi bitti de güzel ve ilginç bir anı olarak kaldı :)

Konuşursam görürsün!

Pamuğum bu aralar yeni kelimeler ekledi dağarcığına ama öylesine kendisine has bir söylemi var ki, buraya nasıl yazacağımı bilemiyorum. Elimden geldiğince benzerini yazmaya çalışacağım :)

nanıyooo : yanıyor - lamba yandığında, özellikle sokak lambaları yandığında

ağğyyoo : ağlıyor - bunu geçen hafta sonu arkadaşı Tuana ağladığında söyledi ilk defa

bop : top

kak : teyzesini uyandırıyor

goğuk : soğuk :P

goku : korktum

Bir de iki kelimeyi bir araya getirmeye başladı, şimdilik sadece bir çeşit var elimizde :)

Baba dittiiiii! Önce tam cümle kuruyor, sonra kısaltıyor :) Baadittiiii

Bu cümle ailenin tüm fertleri için kullanılıyor, bahsettiği kişi yanında olsa bile. Babası yanındayken "Baba nerde" diyorsun "Baba dittiiii, baadittiiii" diyor hemen :P

Bu hızla devam ederse, bu konuda sık sık yazı yazarım sanırım.
Bizi izlemeye devam edin anacım!

:))))

22 Nisan 2009 Çarşamba

Tibet'le hafta sonu

Bu hafta sonu oğlum arkadaşlarıyla buluştu :)

Benim eski iş arkadaşlarımla bir araya geldik yine.
Tabi onların da çocukları yanlarında :)
Tibet çevresinde çocuk olduğu zaman çok mutlu oluyor, onun o keyfini görmek bana da ayrı bir keyif veriyor.


Evden çıkmamız Tibet'in uyku saatine denk geldi. Huysuzluk yapması çok olası bir durumdu anlayacağınız. Araba olmadığı için arkadaşıma metro ile gitmeye karar verdim. Tibet'le tutuştuk el ele, attık kendimizi metroya. Güzel güzel bekledik ve metro geldiiii. Az çok tahmin etmiştim olacakları!
Metro gelmesine geldi ama bizimki feryat figan ağlamaya başladı, bindirmek ne mümkün! Sanırım gürültüden korktu, bu aralar herşeyden korkuyor, neden bilmem? :(((

Bir an bindirsem öyle veya böyle, içinde görür korkacak birşey olmadığını, susar diye düşündüm ama ya tam tersi olursa, daha beter ağlayacak olursa ne yaparım diye vazgeçtim. Çıktık metrodan, yukarıda otobüs beklemeye başladık, hava bayaa güneşli, sağolsun gideceğimiz yere uygun bir otobüs bir türlü gelmek bilmedi...

Arkadaşımın evine vardığımda yolda 1,5 saat geçirmiştik. Keşke arabayı satmasaydık diye söylene söylene teptik onca yolu. Hoş Tibet için durum iyiydi tabii, canı istedi mi kucak, istemedi mi yayan sekti yollarda :)

İçeriye giripte, çocukları görünce yüzüne öyle mi gülümseme yayıldı ki, görülmeye değerdi doğrusu. Çocuklar oyunda biz sohbette, akşamı ettik. Bütün bu zaman zarfında hiç uyumamış olmasına rağmen Tibet hiç huysuzluk yapmadı. Canım benim :)

Sevgilim babamdan arabayı alıp geldi bizi aldı oradan sağolsun, yoksa tekrar o yollarda, otobüslerde hayat çok zor olacaktı.

Oradan eve uğrayıp bir kaç parça eşya alıp, teyzemlere gittik. Bütün bu zaman zarfında Tibet doğal olarak uyudu tabii, ben eve uğramamız sırasında arabadan inemedim bile :)

Akşam ayrı bir mutluydu, 3 kuzenim Tibet'in çevresinde pervaneydi, adam daha ne istesin, kahkalar, koşturmalar gırla gitti... Akşam da teyzemlerde kaldık, tam oldu :)))


Ertesi günü de tekrar eve uğrayıp, Tibet'in 1 haftalık eşyalarını toplayıp doğru ananesine gittik. Bu hafta pamuğum yok anlayacağınız, valla kokusu burnumda :(

Kendisi ananesine girer girmez dede sayıklamaya başladı. Dedesi gelmeden biz çıktık ama dedesinin peşinden ayrılmıyormuş, varsa yoksa dede! Babamın canına minnet :)

Hafta sonu çok keyifli geçince, pamuk prensimiz çok güzel pozlar verdi doğal olarak.
Vallahi ben bakmaya doyamıyorum, bir insan bu kadar mı özlenir?

:)

21 Nisan 2009 Salı

Eğer


Etrafında herkes şaşkına dönmüş, yollarını şaşırmış ve bundan seni mesul tutarken, sen kendi tuttuğun yoldan ayrılmaz ve başını dik tutabilirsen;

Herkes senden şüphe ederken, sen kendine güvenebilir, fakat onların senden şüphe etmelerine de müsamaha edebilirsen;

Eğer beklemeyi bilir ve beklemekten yorulmazsan;

Başkaları seni aldatırken, sen yalanla iş görmezsen veya onlar senden nefret ederken, sen nefret etmeye yanaşmazsan ve bütün bunlara rağmen fazlasıyla iyi görünmez ve fazlasıyla hakimane konuşmazsan;

Rüya görebilirsen, fakat rüyalarının kölesi olmazsan;

Düşünebilirsen fakat düşüncelerini hayatının esas gayesi yapmazsan;

Eğer zafer mağlubiyetle karşılaşabilir ve bu iki boş şeye karşı aynı şekilde kayıtsızca hareket edebilirsen;

Söylediğin hakikatlerin, reziller tarafından akılsızları aldatmak için değiştirilerek kullanıldığını işitmeye tahammül edebilirsen;

Veya yapmak için bütün hayatını verdiğin şeylerin bir an içinde yıkıldığını görür ve tekrar eğilir, yorgun vücudun ve yıpranmış aletlerinle onları yeniden yapabilirsen;

Ve kaybeder, sonra da baştan başlayabilirsen ve bütün talihsizliklerini unutup kimseye ondan bahsetmezsen;

Eğer kalbin, sinirlerin ve adaletlerin bitmiş, içinde yalnız "dayan" diyen iradenden başka birşey kalmamışsa ve sen onları tekrar çalıştırabilirsen;

Herkesle konuşabilir, fakat faziletini muhafaza edebilirsen;

Krallarla beraber gezebilir, fakat aklıselimini kaybetmezsen;

Ne düşmanların ne de dostların seni incitebilirse;

Herkes sana güvenebilirse fakat bu güven de hudutsuz olmazsa;

Eğer sen ömrünün bir saatine tam 60 dakikalık değer verebilmişsen;

İşte o zaman içindekilerle birlikte bütün dünya senin olur!

Hatta bundan da daha üstün, sen bir İNSAN olursun!!!

Rudyard Kipling


20 Nisan 2009 Pazartesi

Baba Diyalogları


Oğlumuz yaklaşık iki haftadır BABA demeye başladı...

Nihayet :)))

Gitmek

Şu baharın bizle nedir derdi kardeşim!!!


GİTMEK
Bu günlerde herkes gitmek istiyor
Küçük bir sahil kasabasina
Bir baska ülkeye, daglara, uzaklara...

Hayatindan memnun olan yok.
Kiminle konussam ayni sey...
Herseyi, herkesi birakip gitme istegi.

Öyle "yanina almak istedigi üç sey" falan yok.
Bir kendisi
Bu yeter zaten.
Herseyi, herkesi götürdün demektir..
Keske kendini birakip gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hani kendimizden raziyiz diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herseyi yüzüstü birakmak göze alinmiyor.

Böyle gidiyoruz iste.
Bir yanimiz "kalk gidelim",
öbür yanimiz "otur" diyor.

"Otur" diyen kazaniyor.
O yan kalabalik zira...
is, Güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma dugusu...
En kötüsü aliskanlik
Aliskanligin verdigi rahatlik,
Monotonlugun dogurdugu bikkinligi yeniyor.
Kaliyoruz...
Kus olup uçmak isterken, agaç olup kök saliyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha dogurmalar...
Borçlara girmeler...
isi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alikoyabiliyor.

Misal ben...
Kapidaki Rex'i birakip gidemiyorum.
Degil busehirden gitmek,
iki sokak öteye tasinamiyorum.
Alip götürsem gelmez ki...
Bütün sokagim köpegim oldugunun farkinda
Herkes onu o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sirtinda yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardir;
Evet, sirtimizda yumurta küfesi var hepimizin
Kendi imalatimiz küfeler.

Ama egreti de yasanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazim.

Barik ufak kaçislar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az
Sadece kaymak tabakasi
Hepmiz kaçabilsek...
Bütçe, zama, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün
Sabah 9, aksam 18
Sonra baska mecburiyetler
Sikisip kaldik.
Sirf yeme, içme, barinmanin bedeli
Bu kadar agir olmamali.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karsiligi, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar midir bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar asik olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittigim olmadi hiç.
Ama olsun... istemek de güzel.
CAN YÜCEL

Tuhafım...

Bu aralar bi tuhafım...

Yani... Mutluyum deseeeeemmm, diil... Mutsuzum deseeemmm, hiç diil...

Tuhaf işte...

Yani, olumsuz yığınla şey sayabilirim. Konuştukça konuşurum.

da.....

Bir yandan içimde öyle bir umut varki...
Bu içimdeki umutla ilgili de saatlerce konuşabilirim belki...

Yani nasıl anlatacağımı bilebilsem konuşurum...

Yahu tuhaf işte...

Anladınız siz onu .... !!!

17 Nisan 2009 Cuma

Ödüllll

Şu blog camiasında gezine dururken, birilerinin "smart blogger" ödülü aldıklarını, mimlendiklerini falan görüyordum, vallahi ne yalan söyliim, "acep bir gün bana da böyle ödül gelirmi, birileri beni mimler mi, daha yeniyiz, bayaa bi vakit alır, belki de hiç olmaz" diyerek hayıflanıyordum...

kiiii..........

Benim gibi bu camianın yenisi, cicisi Şuşu beni de unutmamış, ödülü vermiiişşşş....
Çok teşekkür ediyorum, çok sevindim, çok mutlu oldum :D

Bu ödülü alınca işim bitmiş olmuyor tabii, bir de kurallarını uygulamak lazım...

Kurallar şöyle :

kural 1 - ödülü veren kişinin linkini yayınlamak: Şuşu

kural 2 - Hediyeyi paylaşmak.

kural 3 - Hediye verdiklerini haberdar etmek.

Ben de Şuşu'nun bana yaptığı gibi öncelikle yeni olan blog arkadaşlarım Deniz ve Deniz'e vermek istiyorum ödülü. Bir de Meltem'e, canayakınlığından ötürü...

Ben ayrıca bir de şarkı hediye etmek istiyorum, ben çok severim bu şarkıyı, umarım beğenirsiniz.

16 Nisan 2009 Perşembe

Simurg Efsanesi


Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix), Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi... İstek, aşk, marifet, istisna, tevhid, hayret ve yokluk vadileri...

Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş...

"Aşk Denizi"nden geçmişler önce...". "Ayrılık Vadisi"nden uçmuşlar...". "Hırs Ovası"nı aşıp, "Kıskançlık Gölü"ne sapmışlar... Kuşların kimi "Aşk Denizi"ne dalmış, kimi "Ayrılık Vadisi"nde kopmuş sürüden... Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp. Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş. (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış) Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş. Balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "Şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "Yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça "si", "otuz" demektir... murg" ise "kuş"...

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; "Simurg - otuz kuş" demekmiş. Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. 30 kuş anlar ki, aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk kendine yapılan yolculuktur.

Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünüzde uçmak zamanıdır...

Kaynak : Anonim

15 Nisan 2009 Çarşamba

İnanıyorum


Ben vazgeçmedim!
İnanmaktan...

Benim çocuğum,
bizim çocuklarımız...

Atasının izinden yürümekten vazgeçmeyecek!

Aynı bizim gibi...

Bir, iki, üç!

Bizimkinin bazı eşyalara karşı ilgisi çok fazla,
özellikle yasak olanlara karşı.
Mesela cep telefonlarına, kumandaya.

Bunlardan birini eline geçiripte bırakmak istemediği zamanlarda babası, sanki uzağa atıyormuş gibi yapıp, 3'e kadar sayıyor ve arkasına bırakıyordu. Prensimiz de attı sanıp, "dittiii" diyordu ve unutuyordu. Biraz büyüdükçe aslında babasının atmadığını, arkasına bıraktığını anlamaya başladı. Sonra bir gün elinde bir oyuncağı atıyormuş gibi yapıp, o da saymaya başladı :)

Yalnız, dün akşam süperdi!
Çünkü bu sefer çok anlaşılır bir şekilde saymaya başladı.

Beste'nin aldığı oyuncaklar boyutları itibariyle onun için bu oyunu oynayacağı oyuncaklar sınıfına girdi (tam onun ellerine uygun büyüklükte, plastik hayvanlar).

Onları teker teker alıp, başlıyor saymaya:

- diiiiiii,
- gikiiiiiiiiii,
- düç!

deyip arkaya fırlatıyor elindeki oyuncağı.

Artık oyuncak nereye giderse...

Bizler gülmekten yerlerde... :D

14 Nisan 2009 Salı

Saçlarıımmm

Saçlarımı kestirdim...

Ne var şimdi bunda demeyin.
Benim gibi uzun saç hastası bir bayanın saçlarını kestirmek zorunda olması ne demek bilemezsiniz.

Hoş beğendim ama...




Saçlarımın en çok bu hallerini özlüyorum...
Şimdiki haline bu yüzden geldiler zaten.
Ah bakımı zor olmayaydı...!
Ah bu kadar yıpranmayaydı...!

:(

Büyük Laflar!

Sadece düşüncelerinden ibaretsin.

Hz.Muhammet

Çok Şükür!

Biraz önce Tibet'in ilk doğduğu günlerde çekilmiş videoları izledim. Gözlerim doldu. Niyeyse çok mahsun göründü gözüme. Sanki doğumunda yaşadığı zorlukların farkında gibi...

Oğlumla gurur duyuyorum.
O gerçekten hayat dolu bir çocuk.
Doğumu sırasında aldığı hasarı büyük bir azimle atlattı.
Emzirirken elini göğsüme atmasını ne büyük bir heyecanla beklemiştim,
her gün dua etmiştim...

Artık "Allah'ıma bin şükür" kolunda neredeyse hiç sorun kalmadı.
Zaten doktoru da artık getirmenize gerek yok, Tibet sapasağlam dedi :)

Offf!!! Birileri gözümün yaşını dindirsin!!!

13 Nisan 2009 Pazartesi

Sultanahmet

Hafta sonu, özellikle Cumartesi günü bayaa hareketli bir gün geçirdik.

Babamdan arabayı aldık (bizim küçük dedesini görünce çok mutlu oldu tabii),
sonra ver elini Sultanahmet.

Bilmem kaçıncı Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Yarışı varmış meğer Pazar günü, onun hazırlıkları yüzünden trafik can sıkıcıydı.

Arabayı kayınvalidemin evinin oraya parketme kararı aldık, önce kayınvalideme uğradık, birşeyler atıştırdık, sonra çıktık Sultanahmet'e.

Hava 'rüzgara rağmen' güzel olduğu için kalabalıktı ortalık. Bizimki, elini birinin tutmaması özgürlüğüyle (sürekli bırakmadık tabii, arada bir) ceylan gibi sekti :) Yolda bir arkadaş buldu kendine kısa süreli, onunla bir o yöne bir bu yöne koşturdular bol bol. Ben de peşinde tabii, bi düşse fena çakılacak, öyle koşuyor.

Hazır Sultanahmet'e çıkmışken şu blog arkadaşımın Cafe'sine uğrayayım dedim, aradık durduk bulamadık, sanırsın hiç Sultanahmet'te yaşamamışız :)))
Ben 18 yaşıma kadar, eşim de biz evlendiğimiz seneye kadar Sultanahmet'liydik.

Ama eşimin de benim de ortak fikrimiz;
biz Sultanahmet'i çok seviyoruz ve orada yaşamak istiyoruz...

Canın deniz havası mı almak istedi, in sahile, ucu bucağı yok!
Yeşillikler içinde mi oturasın var, çık yukarıya, istediğin park senin!
Yukarıya çıkmak zor mu geldi, git Kadırga'ya, kocaman parkı var, otur orda!
Sinemaya mı gitmek istiyorsun, çık Çemberlitaş'a git hangisini seyretmek istiyorsan!
Alışveriş damarın mı kabardı, Eminönü iki adım ötende ya da Beyazıt!

Ezan dinlemeyi bu kadar sevdiğim bir mekan yok.
Biri susar, öteki başlar, o susar, diğeri başlar.
Müezzinlerin sesi su gibidir,
ezanı güzel okuyan bütün müezzinler orada toplanmış kesin!

İstiyorum işte, SULTANAHMET'te YAŞAMAK İSTİYORUM!!!!

Yıldönümü

Soruyorum :

5. evlilik yıldönümünü işkembecide kutlayan kaç çift tanıyorsunuz?

......???????!!!!


:P

10 Nisan 2009 Cuma

Ne desem BOŞ!

Dün en yakın arkadaşımın, "DOSTUM"un babasının vefat ettiğini öğrendim...


İnsanın sevdiği biri ölünce inanası gelmiyor, sanki söylenenler seninle ilgili değilmiş, giden kişinin seninle hiç alakası yokmuş, onunla ilgili anıların yokmuş, duyguların yokmuş gibi... O sözler söylenirken sanki bu dünyada değilmişsin... Söylenenler bir dağın yankısıymış gibi... Tuhaf tarif edilmez bir duygu...


Ananemin öldüğünü öğrendiğimde yaşamıştım bu duyguyu. Hamileydim...
Bütün sülale öldüğünü benden gizlerken, aklı evvelin biri "Aaaa, senin haberin yok mu? Herkes cenazesine gitti!!!" diyerek öğrenmeme vesile olmuştu...


Trajikomik...


Hiçbir şey söyleyemeden kapatmıştım telefonu...
Uzunca bir süre ağlayamamıştım. Sanırım inanmak istemediğimden...
Halbuki beklenen birşeydi, bir yandan düzelir umudu olduğu halde beklenen birşeydi...


Dün Aylinimin sesinde de inanmazlık vardı. BOŞLUKTALIK.
O da bu dünyada değildi konuşurken...


O kadar iyi anlıyorum ki...


Biliyorum ki; ananemde, Aydın Amca da, orada huzurlular.
Kalpleri iyi insanların orada kötü olmalarına imkan yok!



Aydın Amca kendisi gibi evlatlar bıraktı geride.
Kalbi kocaman, sevgi dolu, güçlü..........


Aylinim başın sağolsun.....
Başımız sağolsun.....

9 Nisan 2009 Perşembe

Büyük Laflar!

Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız aklınız bunun neden imkânsız olduğunu ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyin yapılabileceğine inandığınızda, gerçekten inandığınızda aklınız onu yapmak üzere çözüm bulmanıza yardım etmek için çalışmaya başlar.


DR. DAVID J. SCHWART

8 Nisan 2009 Çarşamba

Tibet'in annesi

Blogger adımı değiştirdim.

Baktım ya bana ya Tibet'e Pamuk Prenses deniyor -hadi ben neysede :) oğluma Pamuk Prenses olmuyor haliyle-, Pamuk Prens'in annesi olan adımı, Tibet'in annesi olarak düzelttim :)

duyurulur :P

Sevgi'nin Gücü

Deepak Chopra'nın "Büyücünün Yolu" kitabından alıntıdır.

  • Sevginin gücü, saflığın gücüdür. Sevgi kelimesi bir çok şekillerde kullanılır ama o büyücü için kutsal bir kelimedir, çünkü onun için sevgi "Tüm kötülükleri yok ederek sadece asıl ve gerçek olanı bırakan" demektir.
  • Korktuğun sürece gerçekten sevemezsin. Öfkelendiğin sürece gerçekten sevemezsin. Bencil egon var olduğu sürece gerçekten sevemezsin.
  • Sevgisiz insan diye bir şey yoktur; yalnızca, sevginin gücünü hissedemeyen insanlar vardır.
  • Görünmeyen ve ebedi olan sevgi, duygu ve heyecandan öte bir şeydir; o, hazdan ve hatta bir vecd halinden de ötedir. Büyücünün gözünde o, soluduğumuz hava, her hücredeki devinimdir.
  • Sevgi evrensel kaynağından herşeye nüfuz eder. O, mutlak güçtür. Çünkü zor kullanmadan herşeyi kendine çeker.
  • Sevgi, acı çekilirken bile, zihin ve egodan uzaklarda görevini yapar.
  • Sevgi ile kıyaslandığında diğer tüm güç çeşitleri zayıftır.
  • Hayattaki gerçek güç içten gelir. Dünyayı sadece içten gelen sevginin ışığında görmek, zedelenmez bir huzurda korkusuz yaşamaktır.
  • Sevgi ile ilgili, insanların dikkatinden kaçan birçok sır vardır. Sevilmek için önce sevmeniz gerekir.Birisinin sizi koşulsuz olarak sevdiğinden emin olmak istiyorsanız, onu koşulsuz sevmeniz gerekir. Birini sevmeyi öğrenmek için önce kendinizi sevmeniz gerekir.
  • Yaşam çok sevgisiz gibi görünebilir ama insanı sevgiden yoksun bırakan "dışarıdaki dünya" değil, onu algılayanın gözleridir.


Bu kitabı henüz okumadım ama ilk okuyacaklarım listesine aldım. Tibet doğduğundan beri eskisi gibi kitap okuyamıyor, film seyredemiyor olsamda... :)

7 Nisan 2009 Salı

İlgi bekliyorum

Her zamanki gibi evde koşuşturuyoruz. Valla ben yoruldum, dinleniyorum ama prensimin dur durak bildiği yok! Bir oraya bir buraya sekip duruyor.

Antreye doğru koştu, ayağı halıya takıldı düştü yine ama bu seferki çok yumuşak bir düşüş oldu. Zaten kötü düşse hemen ağlar.

Babası oradan görüp bana işaret etti, kafasını koymuş yere ellerinin arasına, popo havada bekliyor. Bekledi, bekledi, baktı ki gelen giden yok kafasını kaldırıp;
- "Anneee" diye bana seslendi.

Kalktım, ben ona doğru ilerlerken koydu yine ellerinin arasına başını, kaldırdı popoyu beklemeye başladı :)
- "Aman aman, düşmüş mü benim oğluumm! Canım benim, çok mu yandı canın, kıyamam oğluma ben" deyip aldım kucağıma.
Büzmüş alt dudağını, yanağını uzatıyor bana ki öpeyim :))

Öpüyorum, gömüyor başını omzuma, sonra gülerek kaldırıyor başını...
Sonra aynı seremoni tekrarlanıyor, düşüş, bekleyiş, çağrış, kucaklanış....

Yahu bu benim oğlum çok mu artist ne?! :D

6 Nisan 2009 Pazartesi

Hay Allah!

Hafta sonu hava çok güzeldi. Çok istiyordum dışarı çıkalım. Aslında benim istediğim Sultanahmet'e gitmekti. Hem Tibet ortalıklarda koşuştursun hem de bloglardan tanımak istediğim bir arkadaşın kafesine uğramaktı niyetim. Cumartesi eşimin amcalarına gideceğimiz için Pazar gününe bıraktım bu isteğimi ama pazar günü de gidemedik.

Öyle olunca bizde Tibet'i Dolmabahçe'deki Lunaparka götürdük. Teyzesi, dedesi, ben.
İlgisini çekti tabii bir sürü gürültülü alet, dönüyor, kalkıyor, iniyor, ortalıkta çocuklar...
Aslında geçen sene de bir kere götürmüştük, atlı karıcaya bindirmiştik ama şimdi daha başka tabii, kocaman oldu, daha ilgisini çeker diye düşündük. Bir tanesine bindirelim dedik, hoşuna gideceğini düşünerek ama yanlış şey seçmişiz ne yazıkki! Böyle dönen bir platform üzerinde arabalar vardı, platformun ortasında da uçaklar. Arabalar sabit duruyordu ama uçaklar platform dönmeye başlayınca, sanki havalanır gibi kalkıp iniyorlardı, sever sandık, ona bindirdik.

Vay sen misin havaya kalkan! Bir korktu ki bizimki... :(

Teyzesi yanındaydı ama susturabilene aşkolsun. Platform da dönerken binmek mümkün değil. Dedesi bir yandan ilgisini çekmeye çalışıyor, ben bir yandan.
Yok! Mümkünatı yok susturamıyoruz. Teyzesine sarılmış avaz avaz ağlıyor.
Bitmek bilmedi dönmesi de meretin! Adama söyledik çok korktu iki saniye durdur diye yok bişey olmaz deyip durdurmuyor, çak çenesine bi tane, yapışsın yere, onu istiyor ama!!!

Neyse, nihayet durdu. Aldım kucağıma, yüzünü omzuma gömüp bir ağlaması varki...
Canım benim...

Şöyle bir iki ay geçsin, tekrar götürüp, daha usturuplu birşeylere bindireyim, gene atlı karıncaya mesela. Soğumasın lunaparktan.......
Bu fotoğrafı geçen sene gittiğimizde çekmiştik. Ne güzel mutluymuş, baksanıza :(

3 Nisan 2009 Cuma

Mutlu Yılllaaaarrrr!!!

Bir kaç aydır iş yerinden bir kaç kız arkadaş her ay tiyatroya gitme kararı aldık. Bu kararı gayet istikrarlı bir şekilde de uyguluyoruz. Çok sosyal kadınlar olduk valla, kendimizle gurur duyuyoruz :)

Bu ayki organizasyonumuzu Nuriye'ye yaşgünü düzenleyerek geçirmeye karar verdik (bu arada çevrem Koç'larla çevrili farkettiyseniz!). Bunu kendisine söylemeden, sanki gene tiyatroya ya da sinemaya gidecekmiş gibi davranıp, sürpriz yapalım dedik ve uygulamaya geçtik. Sinemada karar kıldık ve İrem mail trafiğini başlattı. Seçilen film üzerine tartışmalar başladı. Ben çok hararetli bir şekilde seçilen filme gitmek istemediğimi ve sebeplerini sıralıyorum, onlar da beni ikna etmeye çalışıyor. Bir yandan da niye bu kadar zorladığıma dair taciz mailleri alıyorum arkadaşlardan; "Kızım, bu dümen değil mi, niye bu kadar itiraz ediyorsun" diye. Biraz gerçekçi olsun ama di mi?! :) Günü de 2 Nisan olarak karar verdik.

Nihayet dün akşam uygulamaya bir fireyle geçtik.

Akşam işten çıkıldı, kararlaştırılan mekana sanki film öncesi yemek yiyecekmişiz gibi girdik. Geceyi Nuriye'ye "bu gece sinemaya gitmeyişimizden başka sürpriz yok sana" diyerek açan Bestecim sayesinde baya güldük. Sohbet, muhabbet, hüzün, gözyaşı, kahkaha, güzel bir yemek ve müthiş bir pastayla geceyi bitirdik. Gerçekten keyifli ve güzel bir yemek oldu.


Bundan sonra tiyatro yerine böyle bir yerlere sohbete gitmeye mi çevirsek bu rutinlerimizi acaba?